Karen Armstrong: Tanrı'nın Tarihi
Karen Armstrong, hacimli kitabında üç büyük tek Tanrılı dinde (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam), söz konusu dinlerin ilk doğuş zamanlarından günümüze Tanrı'ya bakışlarının gelişimini inceliyor. Eser, Klasik felsefeden Orta Çağ Mistisizmi'ne, Reformasyon'dan Aydınlanma'ya ve modern çağın kuşkuculuğuna din ile ilgilenen entellektüellerin görüşlerini özet formatlarıyla barındırıyor.
"İnsanlar insan olarak tanındıkları andan itibaren tanrılara tapmaya başlıyorlar; sanat eseri yarattıkları anda dinleri yaratıyorlar."
"Ateizm genellikle geçici bir aşamadır: Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar pagan çağdaşlarınca 'ateist' olarak nitelendirilmişlerdir çünkü tanrısallık ve aşkınlığın devrimci bir kavranışını benimsemişlerdir."
"Tarih boyunca insanlar ruhun bu geçici dünyayı aşan boyutunu hissettiler. Gerçekten de insan zihninin bu biçimde kendisini aşan kavramlar düşünebilmesi onun dikkate değer bir özelliğidir. Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu aşkınlık deneyimi aşamın gerçeği olmuştur."
Yazar, kitabına din ile ilgili olarak bilinen ilk kavramlardan bahis açarak başlar. Akabinde, söz konusu üç dinin bu kavramlarla benzerliklerine vurgu yapar. Sonrasında tek Tanrı inancının gelişimini, bu üç dinin birbiriyle benzerliklerini ve birbirlerine etkilerini mercek altına alır. Ve kitabın geri kalanını, kronolojik olarak üç dinde benimsenen Tanrı tanımları ve bakışlarının gelişimi tarihsel olaylarla birlikte doldurur.
Kitap, fazlasıyla özet bilgi ile doludur. Eğer başlığa yabancı iseniz -çevirinin de getirdiği muğlaklık da ilave olunca- sözcük oyunları sizi bunaltabilir. Başlangıç hızlı akarken ortalarda daha önceden hiç duymadığım kavramların açıklamalarına denk geldiğimde sıkılmaya başladım ve kitaba devam edebilmek için birkaç sayfa atlamak durumunda kaldım. Daha önceden din ile ilgili birşeyler okumuş olmak, kitabı daha okunur kılacaktır. Şimdiye kadar hiçbir şey okumadıysanız size önermeyeceğim bir kitaptır. Üç dinin, özellikle Yahudiliğin, diğer pagan dinlerle benzerliklerinden bahsettiği kısım, bir nevi Zeitgeist'ın yazıya aktarımı gibi olmuş; ama tabi kitap daha doyurucu bilgilerle donanmış şekildedir.
"Dinin bugün pek ilgi çekmeyen bir şey gibi görünmesinin nedenlerinden birisi, birçoğumuzun, artık etrafımızın bilinmeyenle çevrili olduğunu unutmuş olmasıdır. Bilimsel kültürümüz bizleri, dikkatlerimizi önümüzde duran fiziksel ve maddi dünyaya odaklandıracak şekilde eğitmektedir."
"Bu görünmeyen güçlere şahsiyet verip onları rüzgar, güneş, deniz ve yıldızlarla ilişkili, fakat insanın özelliklerine sahip tanrılara dönüştürdüklerinde, insanlar görünmeyene ve kendilerini çevreleyen dünyaya olan ilgi ve yakınlık duygularını dışa vurmaktaydılar. Alman din tarihçisi Rudolf Otto 1917'de basılan The Idea of the Holy adlı önemli yapıtında bu 'gizemli' duygunun dinin temeli olduğuna inandığını dile getirir. Bu duygu, dünyanın kökenini açıklama ya da ahlaklı davranışa bir temel bulma arzusundan daha önce gelmiştir."
"Marduk insanı yarattı. Tiamat'ın Aysu'yu bertaraf ettikten sonra yarattığı kendi sersem kocası Kingu'yu ele geçirip öldürdü ve onun kutsal kanıyla toprağı karıştırarak ilk insana şekil verdi... Aslında bu öykü bir başka önemli noktaya dikkat çekmektedir, ilk insan bir tanrıdan yaratılmıştır. Bu yüzden o, her ne kadar sınırlı da olsa, tanrısal bir öze sahiptir."
"Kitab-ı Mukaddes, bizim eski İsrailoğulları olarak bildiğimiz insanların, esas olarak Musa'nın Tanrısı olan Yehova'ya sadakatin birleştirdiği değişik etnik gruptan insanlardan oluşan bir konfederasyondan başka birşey olmadığını açıkça dile getirir."
"İbrahim'in tanrısının, Filistin'in Yüce Tanrısı El olma ihtimali oldukça yüksektir. Tanrı, İbrahim'e kendisini El Şadday (Dağların El'i) olarak tanıtmıştır ki bu, El'in geleneksel lakaplarından birisidir. Bir başka yerde ise El Elyan (En Yüce Tanrı) ya da Beth-El'in El'i olarak çağrılır."
"Buda nirvana ya da diğer ezeli meselelere yönelik sorulara yanıt vermeyi uygunsuz ve yakışıksız oldukları için hep reddetmiştir. Nirvanayı tanımlayamayız, çünkü sözcüklerimiz ve kavramlarımız değişken duyular dünyasıyla sınırlıdır. Yaşantı tek güvenilir 'kanıt'tır. Onun takipçileri biliyorlardı ki nirvana gerçekti, çünkü kendilerinin iyi yaşam pratikleri onların bunu algılamalarını sağlamıştı."
"Pisagor ruhun ritüel arınma yoluyla özgürleştirilebileceğini, böylece ruhun evrenin düzenliliğiyle bir uyum oluşturabileceğini ileri sürmekteydi. Platon da, algılar dünyasının ötesinde tanrısal, değişmeyen bir gerçekliğin olduğuna inanmaktaydı; ruh aslından uzaklaşmış, bedene hapsolmuş, çökmüş bir tanrısallıktı. Ancak o, zihnin muhakeme gücünün arındırılması yoluyla tanrısal konumunu tekrar kazanabilirdi. Ünlü mağara mitosunda Platon insanın yeryüzündeki yaşamının karanlık ve belirsizliğini anlatmıştır: o yalnızca ezeli gerçeklerin mağara duvarındaki titrek ışıldamalarını algılar. Ancak insan, zihnini tanrısal ışığa alıştırmakla gitgide bu döngünün dışına çıkarak aydınlanma ve özgürlüğe ulaşabilir."
"Her zamanki gibi, yeni ideoloji, akliliği kanıtlandığı için değil, ümitsizliği önleme ve umut aşılamada gösterdigi etkinlik sayesinde başarılı olmuştur."
"Yakub, Davut ve Ester gibi Kitab-ı Mukaddes'te geçen kişiler, hasta ya da mutsuz oldukları anlarda, Kutsal Ruh’un kendilerini bırakıp, terkettiğini ileri sürmüşlerdir. Ruhun kendilerini terkettiğini hissettiklerinde, Yirmi İkinci Mezmur’u zikretmeleri söylenmiştir; 'Tanrım, Tanrım, beni niçin terkettin?' Bu, çarmıha gerildiğinde İsa’nın aynı sözleri söylediği o gizemli haykırışı hakkında ilginç bir soru işareti doğurmaktadır."
"Bu her yerde hazır ve nazır Tanrı anlayışı, Yahudilerin, insanlığı kutsal bir varlık olarak görmelerini kolaylaştırmıştı. Haham Akiva, 'Komşunu kendin gibi seveceksin' hükmünün (mitzvab) 'Tevrat'ın en büyük ilkesi' olduğunu söylemiştir. Bir insana hakaret etmek, insanları kendi suretinde yaratmış olan Tanrı'yı inkar etmek anlamına geliyordu. Bu, ateizmle eş bir tutumdu ve tanrıya küfretmek demekti. Bu yüzden cinayet en büyük suç ve günahtı. 'Kitab-ı Mukaddes, her ne sebeple olursa olsun, insan kanı dökmenin tanrısal imgeyi küçültmek anlamına geldiğini söyler.' Bir diğer insana yardım etmek, bir imitatiodei'dir; bu, Tanrının himmet ve merhametinin bu dünyadaki tezahürü demektir. Herkes eşittir, çünkü Tanrı onları kendi suretinde yaratmıştır. Bir insanı yaralayan Büyük Rahip bile olsa, cezalandırılır; çünkü bu, Tanrının varlığının inkarı anlamına gelir. Her kim ki, tek bir insan hayatına kasteder, bütün dünyaya kastetmiş gibi cezalandırılır; Tanrı adam'ı, o tek bir adamı, bizlere bunu öğretmesi için yaratmıştır. Keza, bir hayat kurtarmak bütün dünyayı kurtarmak demekti. Bu abartılı bir duygusallık değil temel bir hukuk ilkesiydi. Bu, hiçbir bireyin katledilemeyeceği anlamına geliyordu; örnegin, Yahudilere karşı girişilen bir katliam bile, tek bir insanı öldürmenin gerekçesi olamazdı. Bir kimseyi, hatta bir goy [Yahudi olmayan] ya da bir köleyi aşağılamak en büyük hakaretlerden biri sayılırdı, çünkü bu cinayetle, Tanrı'nın imgesinin saygısızca reddedilmesiyle eşit bir suçtu."
"Ketum Nyssa'lı Gregorious'un dediği gibi Tanrı'ya ilişkin her kavram basit taklittir, yanlış bir benzerlik, idoldür; Tanrı'nın kendisini açıklayamaz."
"Arapçanın olağanüstü güzelliğinin tadına varamayan bir Batılıya göre Kur'an sıkıcı ve tekrarlarla doludur. Aynı temaları tekrar tekrar işler gibidir. Ama Kur'an kişiyi ikna etmek için değil, liturjide okunmak içindir. Müslümanlar camide bir surenin okunduğunu duyduklarında, inançlarının temel ilkelerini anımsarlar."
"Muhammed (sav) Kureyş'e Tanrı'nın varlığını kanıtlamak zorunda değildi. Hepsi, zımnen yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allah'a inanıyordu ve büyük çoğunluğu O'nun Yahudi ve Hıristiyanlann inandığı Tanrı olduğunu biliyordu... Dolayısıyla Tanrı'nın varlığı gibi bir sorun yoktur. Kuran'da 'inanmayan' kimse (kafir bi ni'met'ullab), bizim anladığımız biçimiyle ateist, Tanrı'ya inanmayan biri değildir ama O'na şükran duymayan, Tanrı'ya neler borçlu olduğunu bildiği halde, O'na şükretmeyen, saygı göstermeyen kimsedir. Böylece Kur'an, Kureyş'e yeni bir şey öğretmemektedir. Gerçekten de O, bilinmekte olanların 'anımsatıcısı'dır; bu bilgilere kolay anlaşılır bir açıklık getirmektedir."
"Bahya (ibn Pakuda) Tanrı'ya doğru dürüst ibadet eden insanların yalnızca peygamber ve filozoflar olduğuna inanıyordu. Peygamber doğrudan, sezgisel Tanrı bilgisine sahipti, filozofunsa akılcı bilgisi vardı. Başka herkes sadece kendi yansımasına tapınaktaydı, kendi hayallerindeki Tanrı'ya. Onlar, Tanrı'nın varlık ve birliğini kendi kendilerine kanıtlamaya çalışmıyorlarsa, başkaları tarafından yönlendirilen körler gibiydiler. O da herhangi bir feylesof kadar seçkinciydi fakat güçlü sufi eğilimleri de vardı: Akıl bize Tanrı'nın var olduğunu anlatabilirdi fakat bize O'nun hakkında hiçbir şey söyleyemezdi."
"(Josef ibn Saddık'in görüşünde) Tanrı'yı anladığımız iddiasında bulunursak bu O'nun sınırlı olduğu ve mükemmel olmadığı anlamına gelirdi. Tanrı hakkında kurabileceğimiz en eksik siz cümle O'nun kavranılmaz, bizim doğal zihin yeteneklerimizin üstünde olduğunu ifade edebilirdi."
"(Musa bin Meymun'un görüşünde) Tanrı'nın 'iyi' olduğunu bile söyleyemezdik çünkü O bizim 'iyi' ile anlattığımız her şeyden çok daha başka bir şeydi. Bu bizim eksikliğimizi Tanrı'dan uzak tutmanın bir yoluydu, kendi umut ve arzularımızı O'na yansıtmamızı önleyecekti. Yoksa kendi imgemizde ve benzerimiz bir Tanrı yaratırdık. Ama Tanrı hakkında olumlu kavramlar geliştirebilmek için Via Negativa kullanabilirdik. Böylece Tanrı'nın 'iktidarsız olmadığını' (O'nun muktedir olduğunu söylemek yerine) söylediğimizde, mantıksal olarak Tanrı'nın eylemde bulunabileceğini de söylemiş oluyorduk. Tanrı eksikli değilse, eylemleri mükemmel olmalıydı. Tanrı'nın 'cahil olmadığı'nı söylediğimizde, O'nun tam bilgi sahibi olduğu sonucunu çıkarabilirdik. Bu tür çıkarsamalar ancak Tanrı'nın eylemleri hakkında yapılabilirdi ama bizim zihnimizin ötesinde kalan özü hakkında yapılamazdı."
"(Duns Scotus Erigena'nın görüşünde) Tanrı'ya olumlu veya olumsuz yaklaşımların ikisi de geçerliydi. Tanrı kavranılamazdı: Melekler bile O'nun yapısını anlamıyorlardı ama 'Tanrı bilgedir' gibi olumlu bir cümle kurmak kabul edilebilirdi çünkü bunu Tanrı'ya atfettiğimizde, 'bilge' sözcüğünü olağan anlamında kullanmadığımızı biliriz. Bunu 'Tanrı bilge değildir'' türünden olumsuz cümleler kurarak kendimize anımsatırız. Paradoks sonuca varmak için bizi Tanrı hakkında konuşma konusundaki Dionysos'un üçüncü yoluna zorlar: 'Tanrı bilgeden daba fazla bir şeydir.' Bu Yunanlıların apofatik cümle dedikleri şeydi çünkü 'bilgeden daha fazla'nın ne anlama gelebileceğini bilmiyoruz. Ama bu basit bir söz oyunu değil, iki birbirini dışlayan cümleyi yanyana getiren ve insani bir kavrama sığdırılamayan bizim 'Tanrı' sözcüğümüzün bizde gizem duygusu yaratmasına yardımcı olan bir disiplindi."
"(Muyiddin Arabi der ki) Tanrı yaratıkları peçe gibi yaptı, onları böyle bien O'na yönelir ama onları gerçek olarak kabul eden O'nun varlığından yoksun kalır."
"Anglikan teolog Richard Hooker (1554-1600) Laws of Ecclesiastical Polity adlı eserinde iki tür ateist oldugunu iddia ediyordu: Tanrı'ya inanmayan küçük bir grup ve Tanrı yokmuş gibi yaşayan çok daha fazla sayıda insan."
"(Immanuel Kant'ın görüşünde) Mantığa göre Tanrı'nın varlığını kanıtlamak olanaksızdı ama aksini kanıtlamak da olanaksızdı. Tanrı düşüncesi bizim için gerekliydi: kapsamlı bir dünya düşüncesi oluşturabilmemiz için ideal sınırı bize o gösteriyordu."
"(C.G.Jung der ki) İnanmak zorunda değilim. Biliyorum!"
"Auschwitz'de bir gün bir grup Yahudinin Tanrı'yı yargılamaları üstüne bir öykü vardır. Onu gaddarlık ve ihanetle suçlarlar. Eyüp gibi, bu şimdiki iğrençliğin ortasındaki kötülük ve ızdırap sorununa alışılmış yanıtlardan bir teselli bulamazlar. Tanrı için hiçbir özür, hiçbir hafifletici sebep bulamazlar, böylece onu suçlu bulurlar ve galiba, ölümüne karar verirler. Haham karan açıklar. Sonra yukarı bakar ve duruşmanın bittiğini söyler: Sabah duası zamanıdır."
Armstrong, Karen, “Tanrı'nın Tarihi”, Pegasus Yayınları, 2017, Çev. Oktay Özel, Hamide Koyukan, Kudret Emiroğlu
Yorumlar
Yorum Gönder
teşekkürler, thanks, danke, gracias :)