Dostoyevski -Karamazov Kardeşler
Ultramontanizm: papanın nüfuzunun artıırılması yanlısı bir dinsel cereyan.
Otodafe: kafirlerin yakıldığı ateş.
Sine qua: zorunlu koşul anlamında
“Size doğrusunu söyleyeyim, buğday tanesi toprağa düşüp
ölmedikçe yalnız kalır. Ama ölürse çok ürün verir.” Yuhanna 12:24
"Burada söz konusu olan aptallık değildir: bu kaçıkların çoğu
oldukça akıllı ve kurnazdır, ahmaklık ise bir tür özel, ulusal özelliktir."
"Fedor Pavloviç, karısının ölüm haberini öğrendiğinde
sarhoşmuş, sokaklarda koşmaya ve ellerini göğe kaldırarak sevinçten ‘İşte şimdi
azat ettin’ diye bağırmaya başladığını söylerler. Bazılarına göre de, küçük bir
çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamış. Herkes ondan tiksindiği halde bu halini
görmek acı vericiymiş. Her ikisi de mümkündür, yani bir yandan kendi
kurtuluşuna sevinmiş, bir yandan da kurtarıcısına ağlamış olabilir. Çoğu
durumlarda insanlar, hatta caniler bile genellikle düşündüğümüzden çok daha
saftırlar. Biz de öyleyiz ya."
"‘Bu masum gözler, o anda benim ruhumu ustura gibi kesmişti,’
diyordu sonradan iğrenç bir şekilde kikirdeyerek."
"Fransızın biri cehennemi şöyle anlatmış: ‘J’ai vu l’ombre
d’un cocher, qui avec l’ombre d’une brosse frottait l’ombre d’une carrosse.’
[bir fırça gölgesiyle bir araba gölgesini temizleyen bir arabacı gölgesi
gördüm.]"
"…ama bence mucizeler bir gerçekçiyi hiçbir zaman şaşırtmaz.
Bir gerçekçiyi imana meylettiren mucizeler değildir. Gerçek anlamda bir
gerçekçi, eğer imanlı biri değilse, mucizeye inanmama gücünü ve yeteneğini her
zaman kendisinde bulacaktır ve eğer mucize onun önünde karşı konulmaz bir olgu
haline gelirse, bu olguya izin vermektense kendi duygularına inanmamayı tercih
edecektir. Eğer bu olguya izin verecek
olursa, doğal bir olgu olarak izin verir, ama o ana kadar onun bilmediği bir
olgu olarak. Bir gerçekçide inanç mucizeden değil, mucize inançtan doğar. Eğer
bir gerçekçi bir kez inanmışsa, kendi gerçekçiliği uyarınca mucizeye de mutlaka
inanmak zorundadır. Havari Thomas, görmeden önce inanmayacağını söylemiş,
gördüğü zaman da şöyle demiş: “Rabbimsin ve Tanrımsın!” Onu inanmaya zorlayan
mucize midir? Herhalde değil. Sadece inanmak istediği için inanmıştır. Belki de
daha “Görmeden inanmayacağım” dediği zamanlarda bile varlığının gizli bir
köşesinde tam olarak inanmaktaydı."
"Doğal olarak kendi kendine şöyle diyordu: “Ölümsüzlük için
yaşamak istiyorum, yarı yarıya uzlaşma kabul etmem.” Eğer ölümsüzlüğün ve
Tanrı’nın olmadığına karar vermiş olsaydı, şimdi ateist ve sosyalist olurdu
(çünkü sosyalizm, sadece bir işçi sorunu yada dördüncü sınıfın sorunu değil,
aynı zamanda ve özellikle ateizm sorunudur, ateizmin zamanımızdaki cisimlenmesi
sorunudur, Tanrısız olarak, yerden göğe erişmek için değil, göklerden yere
bilgi vermek için kurulmuş bir Babil Kulesi sorunudur.)"
"Starets, sizin ruhunuzu, iradenizi kendi ruhuna ve kendi
iradesine bağlayan adamdır. Bir staretsi seçtikten sonra kendi iradenizden
vazgeçiyor ve iradenizi tam bir itaat içinde staretse teslim ediyorsunuz."
"Çalışmaktan ve yaşadığı acılardan, asıl önemlisi sürekli
haksızlıktan ve gerek kişisel, gerekse bütün dünyayı ilgilendire günahlardan
ezilen basit Rus insanının mazlum ruhu için kutsal bir varlık ya da bir aziz
bulup önünde yere kapanmaktan ve onu selamlamaktan daha büyük bir ihtiyaç ve
teselli olmadığını çok iyi anlamıştı: “Bizim günahlarımız, yalanlarımız ve
baştan çıkarıcı arzularımız da olsa dünyanın bir yerinde kutsal ve yüce biri
var; hakkaniyet ondadır, o adaleti bilir; demek ki, bu dünyada adalet
ölmeyecek, belki de bir gün gelecek bu adalet bize de geçecek ve vaat edildiği
gibi tüm dünyada hüküm sürmeye başlayacak.”"
"Sıkılmayınız, tamamen evinizdeymiş gibi olunuz. En önemlisi
de, kendi kendinizden bu kadar sıkılmayınız, çünkü her şey sadece ve sadece
bundan kaynaklanır."
"+Bu, bir doktorun çok zaman önce bana anlattıklarının
tıpatıp aynısı… “ben” diyordu, “en insanlığı seviyorum, ama kendi kendime
şaşıyorum: Genel anlamda insanlığı ne kadar çok seversem, insanları tek tek,
yani ayrı ayrı, münferit insanlar olarak o kadar az seviyorum…”
-Peki, ne yapmalı? Böyle bir durumda ne yapmalı? Umutsuzluğa
düşmeye gerek var mı?
+Hayır, çünkü bu konuda üzülmeniz bile yeterlidir. Elinizden
geleni yapın, hepsi size yazılacaktır. Kendi kendinizi bu kadar derinden ve
içten anlayabildiğinize göre siz zaten pek çok yapmışsınız! Eğer şimdi sadece
doğruluğunuz nedeniyle övgümü kazanmak için benimle bu kadar samimi
konuştuysanız, o zaman yapıcı sevgi kahramanlıklarında hiçbir yere
ulaşamazsınız kuşkusuz; böylece her şey hayallerinizde kalır ve bütün yaşam bir
hayal gibi görünüp kaybolur."
"Derler ki, yabancı bir suçlu, ender olarak pişman olur,
çünkü en çağdaş öğretiler bile suçunun bir suç olmayıp sadece adaletsizce baskı
yapan bir güce karşı isyan olduğu düşüncesinde onu doğrulamaktadır."
"İşte sana bir nasihat: Acıda mutluluk ara."
"Demin onun saçma teorisini işittin: “Ruhun ölümsüzlüğü
yoktur, öyleyse erdem de yoktur, demek ki, her şeye izin verilmiştir.”… Palavracı, düşüncesinin özü de şu: “Bir
yandan kabul etmek, diğer yandan da itiraf etmek olanaksız!” Teorisi baştan
sona namussuzluk! İnsanlık ruhun ölümsüzlüğüne inanmasa da erdem için yaşayacak
gücü yine de kendisinde bulacaktır! Özgürlük, eşitlik, kardeşlik sevisinde
bulacaktır…"
"O anda birdenbire, daha önceleri bir keresinde kendisine:
“Neden böyle nefret içerisindesiniz?” diye sorduklarını anımsadı. O zaman,
soytarıca bir utanmazlık nöbeti içinde şu yanıtı vermişti: “Doğrusu o bana
hiçbir şey yapmamıştı, ama buna karşılık ben ona en büyük namussuzluğu
yapmıştım ve yapar yapmaz da hemencecik ondan nefret ettim.”"
"Pyotr Aleksandroviç Miusov, benim akrabam, sözlerinde plus
de noblesse que de sincerite [içtenlikten ziyade asalet] olmasını sever, bense
tam tersine konuşmamda plus de sincerite que de noblesse [asaletten ziyade
içtenlik] olmasını severim ve noblesse[asalet]in içine tükürürüm!"
"Schiller’in Haydutlar’ındaki gibi, “dudağa öpücük, yüreğe
hançer.” Yapmacık şeyleri sevmiyorum pederler, gerçeği istiyorum!"
"Fedor Pavloviç, bazen sarhoş olduğu dakikalarda birdenbire
içinde manevi bir korku ve ruhunda fiziksel olarak da etki uyandıran ahlaki bir
sarsıntı hissediyordu. Bazen “Bu anlarda ruhum sanki boğazımda çırpınıyor”
derdi."
"Ama aşık olmak sevmek demek değildir. Nefret ederken de aşık
olmak mümkündür. Unutma bunu!"
"Güzellik… dehşet verici, korkunç bir şey! Dehşet verici,
çünkü tanımsız bir şey, Tanrı bazı bilmeceler ortaya attığı için tanımlanması
da olanaksız."
"Yüreği yüce, zekası yüksek bir insanın bile söze Meryem Ana
idealiyle başlayıp Sodom idealiyle sözünü bitirmesine katlanamıyorum. Ruhunda
Sodom idealini taşıdığı halde Meryem Ana idealini de reddetmeyen ve bu idealle
gerçekten yüreği yanan, lekesiz gençlik yıllarındaki gibi gerçekten yanan biri
daha da korkunçtur. Hayır, insanoğlu geniş, hatta çok geniş, ben olsa
daraltırdım."
"-Ben, onun gibi birini değil, senin gibi birini sevdiğinden
eminim.
+O, beni değil, kendi erdemini seviyor…"
"Sen, masum çocuk, biliyor musun, bunların hepsi de saçmalık,
akıl almaz bir saçmalıktır, çünkü trajedi burdadır!"
"Ressam Kramskiy’in “Seyirci” adında çok güzel bir tablosu
vardır: Kışın ormanı tasvir eder. Ormandaki yolda yırtık pırtık kaftanı ve
ayakkabılarıyla tek başına, derin yalnızlıklara gömülmüş bir adam durur, derin
düşüncelere dalmış gibi dikilir, ama düşünmez, bir şey “seyretmektedir.”
Dokunsanız irkilir ve size sanki uykudan yeni uyanmış gibi, ama hiçbir şey
anlamadan bakar. Aslında artık ayılmıştır, ama ona durup ne düşündüğünü
sorsanız kesinlikle hiçbir şey anımsamayacaktır, ancak seyrettiği sırada etkisi
altında bulunduğu izlenimleri hala içinde saklamaktadır. Bu izlenimler onun
için değerlidir ve bunları kesin olarak biriktirmektedir, belli belirsiz ve
hatta anlamadan, neden ve ne için bunları biriktirir, kesinlikle bunu da
bilmez: Yıllarca izlenimlerini biriktirdikten sonra belki de aniden hepsini bir
kenara atacak ve Kudus’e dolaşmaya ve ruhunu kurtarmaya gidecek, belki de
doğduğu köyü yakacak, ya da belki her ikisi birden olacaktır. Halkın içinde
seyirciler oldukça fazladır."
"Artık Hıristiyanlık unvanım elimden alınmış olduğuna göre,
bu takdirde öteki dünyada bir Hıristiyan olarak benden İsa’yı inkar edişimin
hesabını ne suretle ve hangi hakla sorabilirler? Hem zaten bırakın İsa’yı inkar
etmeyi, sadece bunu aklımdan geçirdiğimde bile vaftizim geri alınmamış mıydı?
Mademki, artık Hıristiyan değilim, demek ki, İsa’yı da inkar edemem, çünkü o
zaman hiçbir şeyi inkar etmem gerekmeyecektir."
"+…Yine de senin şu manastırın işini bitirebilirdim. Bütün
Rusya topraklarındaki bu tasavvufçuların hepsini bir çırpıda alabilir ve bütün
aptalların kesinlikle akıllarını başlarına getirmek için ortadan
kaldırabilirdim. Darphaneye de ne kadar altın, gümüş gelirdi ama!
-Neden ortadan kaldırılması gerekiyormuş, dedi İvan.
+Gerçeğin en kısa sürede ışıl ışıl parlaması için, işte
nedeni bu."
"-Alyoşka ölümsüzlük var mı?
+Var.
-Ya Tanrı ve ölümsüzlük?
+Tanrı da, ölümsüzlük de vardır. Ölümsüzlük Tanrı’dadır.
-Hmm. İvan haklı galiba. Tanrım, insanın bu hayale bunca
inancını verdiğini, boşu boşuna gücünü harcadığını ve bunu binlerce yıldır
yaptığını düşünürsek! İnsanla böyle alay eden kim? Ne dersin İvan? Son kez ve
kesin olarak soruyorum: Tanrı var mı, yok mu? Son kez!
+Son kez, yok.
-İnsanlarla kim alay ediyor İvan?
+Şeytan olmalı, diyerek güldü İvan Fedoroviç.
-Peki, şeytan var mı?
+Hayır, şeytan da yok.
-Yazık. Şeytan alsın, ben olsam Tanrı’yı ilk uydurana ne
yapacağımı bilirdim! Onu kavak ağacına asmak bile az gelir.
+Tanrı’yı uydurmasalardı o zaman uygarlık hiç olmazdı.
-Olmaz mıydı? Tanrı olmadan olmaz mıydı?
+Evet. Konyak da olmazdı. Ama yine de konyağı elinizden
almak gerekiyor."
"Credo [inanıyorum], ama neye olduğunu bilmiyorum."
"…tüm hayatım boyunca çirkin kadın diye bir şey olmamıştır,
işte benim kuralım!.. Benim için hiç çirkin kadın olmadı: Kadın olması bir
şeydir, bu bir şey de her şeyin yarısı demektir."
"Günahtan ve şeytandan sadece dünyada değil, kilisede de
korunamazsın, şu halde günaha hiçbir şekilde göz yummamak gerekir."
"Tanrı’nın kullarını sevin. Bizler buraya gelmiş ve bu
duvarlar arasına kapanmış olduğumuz için dış dünyadakilerden daha kutsal
değiliz, tam tersine, buraya gelmiş olan her kimse, buraya gelmekle kendisinin
dış dünyadaki tüm insanlardan ve yeryüzündeki her şeyden daha kötü olduğunu
anlamış demektir…"
"Çok sevgili Aleksey Fedoroviç, ben bu dünyada mümkün olduğu
kadar çok yaşamak niyetindeyim, bunu bilin, bu yüzden de her kapik benim için
gereklidir ve ne kadar uzun yaşarsam o kadar da gerekli olacak. Hala bir
erkeğim, topu topu elli beş yaşındayım, daha yirmi yıl erkeklik çizgisinde kalmak
istiyorum, ama yaşlanıyorum, pis herifin teki olacağım. Kadınlar o zaman bana
gönül rızasıyla gelmeyecekler, işte paralar bana o zaman lazım olacak."
"O, benim acıdığım biri oldu. Aşk için olumsuz bir durumdur
bu. Eğer onu sevseydim, sevmeye devam etseydim, o zaman belki de şu anda ona
acımaz, tam tersine ondan nefret ederdim…"
"Şimdi gidiyorum, ama bilin ki, Yekaterina İvanovna, siz
gerçekte yalnızca onu seviyorsunuz. Üstelik hakaretleri arttıkça daha da
artıyor bu sevgi. İşte sizin çırpınmanız da bu. Onu olduğu gibi, sizi
aşağılayan biri olarak seviyorsunuz. Düzelmiş olsa onu hemen terk ederdiniz ve
bütün sevginizi yitirirdiniz. Ama gösterdiğiniz sadakat kahramanlığını daima
seyretmek ve onun sadakatsizliğine sitem etmek için Dimitry size gereklidir.
Bütün bunlar da sizin gururunuzdan kaynaklanıyor. Pek çok aşağılama ve hakaret,
ama hepsi de gururdan…"
"Kadınların gözyaşlarına inanmayın, Aleksey Fedoroviç, ben bu
durumda hep kadınların karşısında, erkeklerin yanında olurum."
"+Nikolay İlyiç Snegiryov, eski Rus piyade yüzbaşısı,
efendim, suçları yüzünden aşağılanmış olsa da bir yüzbaşı. Daha ziyade şöyle
demek gerekir: Snegiryov değil, Yüzbaşı Slovoyersov, çünkü, ancak hayatımın
ikinci yarısından sonra ‘s’ eki kullanarak konuşmaya başladım. İnsan
aşağılandıkça bu ‘s’ ekini kullanma alışkanlığı kazanıyor.
-Öyle, diye gülümsedi Alyoşa, yoksa bilerek mi oluyor?
+Tanrı bilir istemeden. Hiç söylemiyordum, hayatım boyunca
‘s’li konuşmadım, birden düştüm ve ‘s’ ekiyle ayağa kalktım.
[‘s’ eki, konuşmaya kibarlık yada da dalkavukluk nüansı
vermek için kullanılır.]"
"Bana öyle geliyor ki, pek çok şeye gücendi… evet, onun
durumunda başka bir şey yapılamazdı… Birincisi, benim yanımda paralara son
derece sevindiği ve bunu benden saklamadığı için üzüldü. Eğer sevinmemiş ve bunu
belli etmemiş olsaydı, başkalarının yaptığını yapar, parayı alırken nazlanır, o
zaman buna katlanabilir ve parayı kabul edebilirdi, ama son derece haklı olarak
sevinmişti, bu da onu utandırdı."
"Biliyor musunuz Lise, herkes ona sanki onun velinimetiymiş gibi
bakmaya başladığında bu, gücenmiş bir insan için o kadar korkunç bir şeydir ki…"
"+Dünyada herkes, her şeyden önce hayatı sevmelidir
sanıyorum.
-Yaşamın anlamından daha çok yaşamı sevmek mi yani?
+Kesinlikle öyle, senin söylediğin gibi, mantıktan önce
sevmek, mutlaka mantıktan önce sevmek lazım, ancak o zaman anlamını
anlayacağım."
"Biliyor musun canım, on sekizinci yüzyılda, eğer Tanrı yoksa
onu uydurmak gerekir, s’il n’existait pas Dieu il foudrait l’inventer, diyen
yaşlı bir günahkar vardı. Gerçekten de insanoğlu Tanrı’yı uydurmuştur. Hem
tuhaf ve şaşırtıcı olan Tanrı’nın gerçekte var olması değil, böyle bir
düşüncenin, yani Tanrı’nın gerekli olduğu düşüncesinin insan gibi vahşi ve kötü
yürekli bir yaratığın aklına gelebilmiş olmasıdır. Bu düşünce öylesine kutsal,
dokunaklı, hikmetli ve insana onur veren bir düşüncedir ki. Bana gelince, insan
mı Tanrı’yı yarattı, yoksa Tanrı mı insanı yarattı sorusunu düşünmemeye çok
uzun zaman önce karar vermiştim."
"Tanrı’yı açıkça ve basit şekilde kabul ettiğimi açıklıyorum.
Ancak şunu da belirtmem gerekir: Eğer Tanrı varsa ve eğer dünyayı gerçekten o
yaratmışsa, çok iyi bildiğimiz gibi, dünyayı Eukleides geometrisine göre, insan
zekasını da ancak üç boyut kavramıyla yaratmıştır. Bu arada tüm dünyanın veya
daha da genişletirsek tüm evrenin yalnızca Eukleides geometrisine uygun
yaratılmış olduğundan kuşku duyan, hatta Eukleides’e göre dünya üzerinde hiçbir
şekilde kesişemeyen iki paralel doğrunun belki de sonsuzluk içerisinde bir
yerde kesişebileceğini hayal etmeye kalkışan geometriciler ve filozoflar, hem
de en ünlülerinden geometrici ve filozoflar vardı ve halen de vardır. Ben, eğer
bunu bile anlayamıyorsam, Tanrı’yı nasıl anlarım diye bir karara vardım. Bu tip
soruları cevaplayabilecek hiçbir yeteneğim olmadığını, zekamın Eukleides’e ve
dünyaya uygun bir zeka olduğunu, bu yüzden de bu dünyanın ötesindeki konuları
çözemeyeceğimi alçakgönüllülükle itiraf ediyorum. Bu konuda sana da asla
düşünmemeni tavsiye ederim, dostum Alyoşa. En çok da Tanrı konusunda: Tanrı var
mı yok mu? Bütün bu sorular sadece üç boyutu kavrayabilecek şekilde yaratılmış
zekaya hiç uymayan sorulardır."
"…ne kadar aptalca olursa meseleye o kadar daha yakın olur.
Ne kadar aptalca olursa o kadar açık olur. Aptallık kısadır ve kurnaz değildir,
akıl ise kıvrıla kıvrıla gider ve gizlenir. Akıl namussuzdur, aptallık ise
doğru ve dürüsttür."
"-Bir insanı sevmek için diğer insanın kendisini gizlemesi
gerekir, yüzünü gösterdiğinde sevgi kaybolur.
+Starets Zosima, bundan defalarca söz etmişti, dedi Alyoşa,
aynı zamanda insan yüzünün sevmekte henüz deneyimsiz olan pek çok insanın
sevmesine genellikle engel olduğunu da söylemişti."
"Eğer şeytan olmasaydı, demek ki, insan onu da yaratırdı, hem
de tıpatıp kendisi gibi."
"Hiçbir şey anlamıyorum, artık hiçbir şey anlamak da
istemiyorum. Sadece olaylarda kalmak istiyorum."
"Bence, benim zavallı, sadece dünyayı bilen Eukleidesvari
aklıma göre, sadece acının olduğunu, ama suçluların olmadığını, basit ve açık
şekilde hep birinin diğerinden kaynaklandığını, her şeyin aktığını ve
denkleştirdiğini biliyorum."
"Küçücük yumruğuyla göğsünü döven ve pis kokulu yerde
kefareti ödenmemiş gözyaşlarıyla “Tanrıcığına” yalvaran o çocuğun, evet sadece
o çocuğun gözyaşlarına değmez bu yüksek uyum! Değmez, çünkü çocuğun
gözyaşlarının bedeli ödenmeden kalmıştır. Bu gözyaşlarının bedeli ödenmelidir,
aksi takdirde uyum sağlanamaz. Ama neyle, onların bedelini neyle ödeyeceksin?
Bu mümkün mü, acaba intikamı neyle alınmış olur? Ama bunların öcünün
alınmasından bana ne, bu çocuklar o kadar işkence çektikten sonra cehennemin
ıslah edici olmasından bana ne? Eğer cehennem varsa bu ne biçim bir uyumdur:
Ben bağışlamak ve sarılmak istiyorum, daha fazla acı çekmelerini istemiyorum.
Ve eğer çocukların çektikleri acılar, gerçeği satın alınması için gerekli olan
acıların bedelini ödemeye harcanmışsa, şimdiden iddia ediyorum, gerçek bu
bedele değmez… Ben uyum istemiyorum, insanlığa duyduğum sevgi yüzünden
istemiyorum. En iyisi öcü alınmamış acılarla kalmak istiyorum. En iyisi haklı
olmasam bile, öcü alınmamış acımla ve dinmez öfkemle kalacağım."
"Cevap verme, sus. Zaten daha önce söylediklerine hiçbir şey
ekleme hakkına sahip de değilsin… Hayır, önceden söylediklerine hiçbir şey
ekleyemeyeceğin için ve insanların elinden yeryüzünde olduğun sıralar o kadar
savunduğun özgürlüğü alamayacağın için bu hakka sahip değilsin. Yani
söyleyeceğin her şey, bir mucize olarak ortaya çıkacağından insanların inanç
özgürlüğüne zarar verir, insanların inanç özgürlüğü ise daha o zamanlar, yani
bin beş yüz yıl önce senin için her şeyden daha değerliydi. O zamanlar sık sık
“Sizi özgür yapmak istiyorum” diyen sen değil miydin? Ama işte bu “özgür”
insanları şimdi gördün. Evet, bu iş bize pahalıya mal oldu, ama sonunda bu işi
biz senin adına bitirdik. On beş asırdır bu özgürlük yüzünden acı çekiyorduk,
ama artık bitti, hem de kesinlikle bitti… Ama şunu bil ki, bu insanlar artık
tamamen özgür olduklarına her zamankinden daha fazla inanıyorlar, oysa ki
özgürlüklerini bize kendi elleriyle getirdiler ve onu uslu uslu ayaklarımızın
dibine bıraktılar…
Birinci soruyu anımsa: Harfi harfine olmasa bile anlamı
şöyleydi: Sen dünyaya gitmek istiyorsun ve eli boş olarak, bir özgürlük
vaadiyle gidiyorsun. İnsanlar, basit ve doğuştan terbiyesiz oldukları için
özgürlüğü anlayamazlar bile, ondan korkarlar, dehşete kapılırlar, çünkü insan
için ve insan toplumu için hiçbir zaman özgürlükten daha tahammül edilmez bir
şey olmamıştır! Şu çıplak, kızgın çöldeki taşları görüyor musun? Onları ekmeğe
dönüştür, işte o zaman insanlık, verdiğin ekmekleri elini uzatıp geri alacaksın
diye karşında ebediyen tir tir titrese bile minnettar ve söz dinleyen bir sürü
olarak peşinden koşacaktır. Ama sen insanı özgürlükten yoksun bırakmak
istemedin ve yapılan öneriyi geri çevirdin, çünkü eğer boyun eğmek suretiyle
satın alınmışsa o zaman hangi özgürlükten söz edilebilir diye düşünmüştün…
İnsanoğlu için özgürlüğünü kazandıktan sonra önünde eğileceği kişiyi bulmaktan
daha sürekli ve daha büyük bir tasa yoktur. Ama insanoğlu, bütün insanların hep
birden önünde eğilmeye razı olacakları derecede tartışmasız birini arıyor.
Çünkü bu zavallı mahlukların kaygısı, sadece benim ya da bir başkasının önünde
eğilmekten ziyade, herkesin inandığı ve önünde eğildiği ve mutlaka hep birlikte
eğildiği birini bulmaktır. İşte bu ortaklaşa eğilme gereksinimi, tek tek her
bir insanın ve bir bütün olarak insanlığın yüzyıllardır en önemli ıstırabıdır.
Hep birlikte eğilmek yüzünden birbirlerini kılıçtan geçirdiler, tanrılar
yarattılar ve birbirlerine “Kendi tanrılarınızı bırakın ve bizimkilere saygı
gösterin, yoksa sizi de, tanrılarınızı da yok ederiz!” dediler… ama insanların
özgürlüğünü ancak onların vicdanını rahatlatan biri ele geçirebilir. Ekmekle
sana tartışmasız bir bayrak verilmişti: Ekmeği ver, insanlar önünde eğilsin,
çünkü ekmekten daha kesin hiçbir şey yoktur. Ama eğer aynı zamanda başka biri
de onun vicdanını senden habersiz ele geçirmişse işte o zaman senin ekmeğini
bile fırlatıp atar ve vicdanını çelen bu adamın peşinden gider. Bu konuda
haklıydın. Çünkü insan yaşamının sırrı sadece yaşamakta değil, ne için
yaşadığındadır. İnsan ne için yaşadığı konusunda kesin bir düşüncesi olmadan
yaşamaya razı olmaz ve çevresi ekmekle dolu da olsa dünyada kalmaktansa
kendisini yok eder. Bu böyleydi, ama bak sonuçta ne oldu: İnsanların
özgürlüğünü ele geçirmek yerine sen tuttun onların özgürlüğünü daha da
artırdın! Yoksa bir insan için huzurun ve hatta ölümün bile iyiyi ve kötüyü
ayırt etmede özgür seçimden daha değerli olduğunu unuttun mu? İnsan için
vicdanının özgürlüğünden daha cezbedici bir şey yoktur ama bundan daha acı
verici bir şey de yoktur…
Bu zayıf isyancıların mutlulukları için onların vicdanını
ilelebet yenebilecek ve esir alabilecek yalnızca üç kuvvet vardır dünyada.
Bunlar, mucize, sır ve otoritedir. Sen üçünü de reddettin ve buna kendin örnek
oldun… insanın da seni izleyerek mucizeye gerek duymadan Tanrıyla yetineceğine
güveniyordun. Ama insanın mucizeyi reddeder etmez Tanrı’yı da hemen
reddedeceğini, çünkü insanın bir Tanrı’dan ziyade mucize aradığını bilmiyordun.
Ve insan mucizesiz kalamayacağı için kendisine yeni mucizeler, artık kendisine
ait olan mucizeler yaratacak ve üfürükçülerin mucizesi, kocakarıların büyüsü
önünde eğilecektir, üstelik yüz kere isyancı, zındık ve tanrısız da olsa bunu
yapacaktır… Ama sonunda bu aptal çocuklar, isyancı olsalar da, kendi
isyanlarına bile dayanamayan zayıf isyancılar olduklarını anlayacaklar. Aptal
gözyaşlarıyla acı acı ağlarken nihayet, kendilerini isyancı olarak yaratanın
hiç kuşkusuz kendileriyle alay etmek istediğinin bilincine varacaklar. Bunu
umutsuzluk içinde söyleyecekler ve söyledikleri sözler küfür olacak, insan
doğası küfürü kaldırmadığı için daha da mutsuz olacaklar ve eninde sonunda
insan doğası küfürün öcünü alacak."
"Anneciğim, ağlama, hayat cennettir, bizler de cennetteyiz,
ama bunu bilmek istemiyoruz, eğer öğrenmek isteseydik, hemen yarın bütün dünya
cennet olurdu."
"… bir insanın ilk çocukluk yıllarından itibaren baba evinde
sahip olduğu anılarından daha değerli hiçbir şeyi yoktur. Birazcık olsun sevgi
ve birliğin bulunduğu bir ailede dahi hemen hemen her zaman bu böyledir. Eğer
insanın ruhu değerli şeyler arama yeteneğine sahipse en kötü aileden bile
değerli anılar kalabilir."
"Bir “düşünce savaşçısı” tanıyordum, hapishanedeyken
kendisini tütünsüz bıraktıklarında sırf tütün versinler diye neredeyse
“düşüncesine” ihanet edecek kadar güçsüz kaldığını anlatmıştı bana. Bu adam bir
de “İnsanlık uğruna savaşacağım” diye konuluyor. Böyle biri nereye gidecek de
ne yapacak? Belki kısa süreli bir hareket, ama öyle uzun boylu dayanamaz."
"Rahibin yalnızlığını başına kakıyorlar: “Manastır
duvarlarının arasında kendini kurtarmak için yalnız kaldın, insanlığa kardeşçe
hizmet etmeyi ise unuttun.” Ama bir kere daha bakalım, kim daha çok kardeş
sevgisiyle gayret sarfediyor? Çünkü bizler değil, asıl onlar yalnızdır, ama
bunu görmezler."
"Pederler ve hocalarım, “Cehennem nedir?” diye düşünürüm. Şu
hükme varırım: “Sevmenin artık imkansız olduğuna dair çekilen bir acıdır.”"
"Ama adalete susamıştı, istediği sadece mucize değildi,
adalet de istiyordu!"
"Gerçekler insanlara ne korkunç felaketler hazırlıyor!"
"Kıskanç adamlar herkesten daha çabuk affederler, bütün
kadınlar da bunu bilir."
"Alyoşa İvan’a mason olup olmadığını sorar. Bayan Hohlakova,
Dimitry’e altın madenlerine gitmeyi önerirken her şeyi Yahudilere bırakma
fikrinde olmadıklarını söyler.."
"Ale ne mojno ne mets slabostsi do svoyevo krayu? [kendi
memleketini sevmemek mümkün müdür acaba?]"
"Ayıldım, aklım başıma geldi, aptal oldum.
İçtim, aptallaştım, akıllandım."
"Herkes alçak olabilir, evet belki herkes alçak olabilir, ama
herkes hırsız olamaz, yalnızca en büyük alçaklar hırsız olur. Pekala, bu
incelikleri anlatmayı beceremiyorum… Ama bir hırsız, bir alçaktan daha
alçaktır. Benim düşüncem de işte böyle."
"Sen de fark etmişsindir, Smurov, kışın ortasında ısı sıfırın
altında on beş, hatta on sekiz bile olsa hava, örneğin şimdiki gibi sıfırın
altında on iki derece ayazın aniden vurduğu, üstelik karın henüz az olduğu kış
başındakinden daha soğuk değildir. Bu demektir ki, insanlar henüz daha soğuğa
alışkın değiller. Her konuda, hatta devlet ve siyaset ilişkilerinde bile
insanlarda her şey alışkanlıktan ibarettir. Alışkanlık, en büyük harekete
geçiricidir."
"+Siz de herkes gibi, yani pek çokları gibisiniz, yalnız
herkes gibi olmaya hiç gerek yok.
-Herkes öyle olduğu halde mi?
+Evet, herkes öyle olduğu halde. Tek siz öyle olmayın."
"Yeni bir insan gelecek, anlıyorum bunu… Ama yine de Tanrı’ya
yazık!"
"Vicdan! Vicdan nedir ki? Onu ben icat ederim. Peki niye
ıstırap çekiyorum? Alışkanlıktan. Yedi bin yıllık insan alışkanlığından.
Öyleyse bundan vazgeçelim ve Tanrı olalım."
"Şairliğimiz boşuna mı, boşuna mı hayatımızı bir mum gibi iki
ucundan yaktık."
"Zaten bir şeyin çalındığını ileri sürerken bu şeyin ne
olduğunu göstermek ya da en azından böyle bir şeyin var olduğunu kesin olarak
kanıtlamak gerekir."
"Vicdan pişmanlıktır, ama intihar eden birinde pişmanlık
değil sadece umutsuzluk olabilir. Umutsuzluk ile pişmanlık, birbirinden tamamen
ayrı iki şeydir. Umutsuzluk kindar ve uzlaşmaz olabilir ve intihar eden biri,
yaşamına son verirken o anda hayatı boyunca kıskandığı insanlardan iki kat daha
fazla nefret edebilir."
"Her ikisi de birbirlerine hemen hemen anlamsız ve çılgınca,
hatta belki de doğru olmayan sözler fısıldıyorlardı, ama o anda her şey
doğruydu ve kendileri de buna kesin olarak inanıyorlardı."
Dostoyevski, Fyodor Mihailoviç, “Karamazov Kardeşler”, İstanbul, Can Yayınları, 2011, Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu
Yorumlar
Yorum Gönder
teşekkürler, thanks, danke, gracias :)