Peyami Safa- Şimşek/Mahşer/Dokuzuncu Hariciye Koğuşu/Fatih-Harbiye/Matmazel Noraliya'nın Koltuğu/Bir Tereddüdün Romanı/Yalnızız

Şimşek

"Ali'nin anlayışına göre, kadın hassasiyetinde, şahsi ve içtimai meyelanlar en şiddetli dereceleriyle faaliyettedirler; bir kadın hem şiddetle hodbin, beğenilmeğe ve sevilmeğe erkekten ziyade muhtaç, erkekten fazla süslenmeğe meclüb, erkekten çok malına ve canına düşkün, erkekten fazla kıskanç, mütecessis, ihtiyatkar, ve korkaktır; hem de şiddetle digerbin, merhametli ve fedakardır, başkalarının ıstırablarını erkekten daha sürat ve ciddiyetle tehvine koşar. Böyle olması da tabiidir. Zira kadın erkekten fazla hassastır ve bu iki zıt meyelanlar arasında muvazene bulabilmek için her ikisinde de şiddetli olmaya mecburdur."
"Söyle, fakat beni teselli etmek için değil. Sakın bana: 'Pervin seni aldatmıyor, aldatamaz' gibi sathi bir rmuhakemede bulunma. Bildiğin ve gizlemeye karar verdiğin birşey varsa onu senden sormuyorum. Yalnız, Ali, ne söyliyeceksen doğru olsun. Hakikate ihtiyacım var. Korkunç suratı, çirkin, tüyleri ürpertici hakikati öğrenmek istiyorum. Şüphe içinde bunalmış bir adamın ihtiyacını anla ve öyle söyle. Gizleyeceklerini gizle, peki; fakat söyleyeceklerin doğru olsun, beni sen de aldatma. Sana yalvarıyorum. Çok fenayım, bak titriyorum."
"Bilmeği bilmemeğe daima tercih ediyoruz. Müfid de aldatıldığını bilmeği, aldanmağa tercih ediyor ve ne kadar çirkin olursa olsun, hakikati aşıkane bir ihtirasla kucaklamak istiyor."
"Derin bir feragata kabiliyeti olanlar, derin bir aşkla sevmekten korkmayabilirler. Bu mümkün müdür? Şiddetli bir iptiladan, bir anda vazgeçebilir misin? Geriye dönebilir misin? Dudak bükebilir misin? Seni bütün ihtiraslarında büyültecek, ezilsen bile ezmeyecek, yenilsen bile yükseltecek, düşsen bile kaldıracak bir tek büyük his vardır: İstiğna. Feragata daima hazır olmak. Pek iyi bil ve bilirsin ki vazgeçmeğe hazırlanan muvaffak olur. Vaz geç!..
Sende ihtiras hayat ve hayat ihtirastır. Daima büyük bir alevle sarıldığını hissettiğin başın ancak toprağın altında soğuyacak ve ancak toprağın altında sen, bu en tatlı ve en korkunç, bu mest edici ve haşlayıcı hararetten ayrılacaksın...
Tevekkül et. Tevekkül bu alevin üstüne boşanan bol sudur. Tevekkül et vazgeç vazgeç! En güzel köprü, ihtirastan tevekküle kuruludur. Oradan yürü korkma, vazgeç vazgeç!.. Dünyaya almak için değil, yalnız vermek ve yalnız feda etmek için geldiğini düşün. Herşeyden vazgeçen herşeye malik olur...
Malik olduğumuz şeylerin çok aziz olması, onların günün birinde bizden mutlaka ayrılacakları için değil midir? Ebedi malik olacaklarımızı bildiğimiz hangi şey azizdir? Biz herşeyin kıymetini ölümüne borçluyuz. Hayat da budur...
Ruhta, istemekle vazgeçmenin bir med ve ceziri vardır, insan ona hakim olmalı."
"Fakat Müfid bilmiyor ki insanın zaafları, izzetinefsten ürkerek, ruhun kuytu bir köşesine gizlenirler; arandığı vakit bulunamazlar, ortaya çıkamazlar; aczini kendine itiraf etmeği kibrine yediremeyen insan, zaafını anlayamaz, en aciz anında bile kendini kuvvetli bulur; hatta bunun içindir ki bir insan, kendini kuvvetli bulduğu anda aciz ve aciz bulduğu anda kuvvetli olabilir."
"Pervin de zanneder ki insan ümid ettiği zaman korkmaz. Sevdiği zaman nefret etmez, istediği zaman kaçmaz. Pervin bütün bu zıd görünen heyecanların birbirleriyle girift olduklarını bilmez. Ve böyle kocasını sevdiği halde, Sacid'le nasıl münasebette bulunduğuna akıl erdiremez. Bu mesele onun için sırlı birşeydir."
"Hedefine vasıl olan hiçbir temayül yaşamaz. Arzu ile gaye arasında ümid verici bir mesafe olmadıkça arzunun yaşaması imkansızdır.İhtiraslar da böyledir. Aşk da hedefinden az çok uzak bulunursa canlıdır. Firari ve sayyal bir hedef karşısında her ihtiras kudurur. Bunun için iki taraftan biri kaçar ve öteki tarafın ihtirasını tahrik eder. İhtiras kovalayan tarafta vardır. Kaçan lakayttır. Bunun için sevişmek yoktur. İki insan, muhtelif anlarda, birbirlerini sevebilirler; fakat bu an birleşir ve iki taraf, birbirlerini aynı zaman içinde sever ve sevdiklerini hissederlerse, ikisinde de ihtiras derhal mahvolur ve aşk hadisesi biter. Her sevdanın sonu böyledir. Garip netice: Sevişmek aşkın zıddıdır."
"Acımadığı doğru idi, fakat korkuyordu; bu bitkin kemik ve deri külçesinden korkuyordu; fena bir havadan herkese veya duvara asılı bir silahtan çocuğa gelen manasız korku gibi, sebebi zayıf, ama tesiri şiddetli bir korku ile korkuyordu."
"En vurdum duymaz adam, en metin adam ve bütün insanlar bazı anlarda haykırmanın iştahını, hırsını duyarlar, fakat muktedir olamazlar. İçimizde boğulup kalan, tıkanan bu çığlıklar, bir topuz altında bin parça olan tabak kırıkları gibi oraya buraya dağılarak, küçük küçük sesler verirler: Ah... Of... Aman... gibi; ve daha başka imlâya gelmeyen türlü türlü iç çekişler, kesik sesler, derin nefesler birer haykırış parçasıdır. Yeni doğan çocuk gibi, sarhoş ve deli gibi haykırmak, âkil insanların kana kana tadamadıkları en tabii ihtiyaçların birincisidir. İçki içen adamın nârası bize ya çirkin, ya gülünç görünüyor. Bize onu böyle gösteren aklımızdır. Selim akıl dedikleri şeyki hislerin dilini anlamadığını herkes bilir. Fakat bir saniye, insan, garizî ve hissî bütün meyillerine lisan vermek istesin; haykırmak o zaman en güzel sanat, çığlık en güzel sestir. Müstebit akıl çığlığa ancal usül dahilinde, odanın çerçevesi içinde, opera veya gazelde müsamaha ediyor. Halbuki opera veya gazel dört köşesinden ilmikle boğulmuş bir feryattır. Ve birçok usüllerle vezinlerin esareti içinde feryattaki hürriyeti, vüs'ati azameti kaybetmiştir."
"Hiç kimse, bir şimşek aydınlığı gördükçe Pervin'in niçin haykırdığını, niçin saçını başını yolduğunu, kendini yerlere attığını, niçin kafasını taşlara vurduğunu, niçin tepindiğini anlamıyor, çünkü bu anda hastanın gözleri önüne gelen manzarayı bilmiyor, bu onlar için ebedî meçhûldür, bunu yalnız biz, bu hâileyi en yakından, bu hâileyi içinden seyredenler, bunu yalnız biz biliyoruz."
Safa, Peyami, “Şimşek”, Ötüken Neşriyat, İstanbul

Mahşer

"Harbin başlangıcından beri, birçok sabahlar cepheden dönenlere taze simit yetiştiren ihtiyar adam, gencin yüzünde bütün dikkatini biriktiriyordu."
"'Mahzun gönül! Sükut et! Güneş bulutların arasından neşr-i envar eder. Senin bahtında herkesin bahtı gibidir: Her hayatta fırtına saatleri, kederli mahzun günler olmak gerek!' Bir İngiliz şairinin bu beyitlerini, ondört yaşından beri, her kederli, mazlum gününde hatırlamıştı. Babıali yokuşundan aşağı, iradesiz kayarken, yine bu nasihati hatırından geçiriyordu. Sonra, birdenbire, bu İngiliz şairin bir lord olduğu aklına geldi ve onu güldürdü: 'Büyük malikanelerde bööyle mısralar yazılır!' dedi. Bir malikane değil, şöyle, yarım saat yorgun dizlerini uzatabilecek bir oda olsa, önüne sıcak bir bardak çayla yarım fırancala koysalar, Nihad yazacağı şeyleri pekiyi biliyordu."
"...hayret içinde başını ağır ağır sallayarak mırıldandı:
-Üç senedir...meğer...biz kimler için harbedip durmuşuz!
Dudakları acı bir tebessümle buruştu. Birdenbire, 'Vatan', 'Millet', 'Fazilet' kelimeleri, üç soytarının isimleriymiş gibi onu güldürmüştü."
"Umumi olarak dikkat ettim ki, Abdülhamid'in sarayına mensup adamların oğulları babalarından fazla ahlaksız oluyorlar. Çünkü hasbilik terbiyesini de, çocukken, gündelik gibi babamızdan alırız."
"Zekamızı, ahlak gibi sevki tabiilerimizin aleyhine kullandığımız vakit hayatı kazanamayız. Bilakis cinsi temayüllerle zekanın istikameti birleşirse muvaffakiyet yüzde yüzdür. Zengin kokotların dehası, yahut kadının şahsiyetinde tevehhüm edilen şeytani ruh bundan ileri gelir. Ahlakçılar, cemiyetçiler, yanlış bir nazariye olarak zekayı sevki tabiiler aleyhine kullanmışlar. Bu fikrin menşei dinlerdir. Nefsi emmareyi ruhun düşmanı sanmışız. Tabii kuvvetlere karşı akli harp açmışız. Zekanın bile sevki tabii olduğunu bilmiyoruz. Başka memleketlerde aklın cinsi temayüllere galebesine devlet teşkilatının kuvveti sayesinde az çok muvaffak olunur. Burada o da yok, kanunsuz ve mahkemesiz bir memleketteyiz. Tarihimizde suistimalsiz geçen bir saniye yoktur."
"Türk Milleti Avrupalılardan ziyade faziletperverdir, onun için ahlaksızlar tarafından idare edilmişlerdir. Ahali saf ve namusludur. Hükümete çok inanır. Bu zaafı anlayan hükümetler gözönünde çalıp halkın isyanından da korkmamışlardır. Hırsız hükümetten, hırsız matbuattan, hırsız adliyeden milletleri gayriahlaki telkinler kurtarır. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Halka fazileti kat'i bir şe'niyet gibi değil, mukaddes bir vehim olarak tanıtmalı. Ta ki dolandırıcılara aldanmayacak kadar gözü açılsın. Bir halkın fazilete çok inanması, hükümeti tarafından aldatılmasını intac eder."
"-...Zaten yaşamak da nedir? Biz bu alemleri görmek için tiyatrolara, sinemalara gidiyoruz, romanlar okuyoruz, demek ki bunlar güzel şeyler... Hayat, hayatın kendisi.
+Evet, Muazzez Hanım ama, bunların yalnız koltuktaki seyri güzeldir."
"Zaafın en son derecesi. Ölüm, sağken ölüm. Aa...h, böyle zamanlarda cisim yoktur. Kainat simsiyah olur, göz ve kulak işlemez, ışık yerine macun gibi uzanıp kısalan garip, müphemi silik parıltılar, ses yerine, bir kubbeye vuran rüzgarın uğultusu kaim olur. Fakat vücudun bu derin bataeti içinde, ruh, maziden en uzak atiye kadar uzanır, sayısız hatıralarla sayısız arzular şuura fırlar, saniyede milyonlarca his, asabın üzerinde bir yıldırım hızıyla kayıp gider. Bunları ifade imkansızdır, imkansız! Bunlar bir dosta söylenemez, bunlar bir kağıda yazılamaz, bunlar name ile, renkle anlatılamaz, bazı büyük bir kederin, bazı göğüse batan kravat iğnesinin doğurduğu bu zaafı Nihad pek iyi tanır. Böyle zamanlarda yapılacak şey yoktur. Ağlamak adi olmasa bile mümkün değildir. Yalnız derin derin teneffüs edilir. Bırakılan soluklar, bazı kendi kendine uzun bir 'aa...h' olur."
"Ah... Vallahi yaşayınız: Kahrolsun mantık, akl-ı selim, kaide, prensip, hepsi kahrolsun. Zaten gençlik ne demek yahu? Gençlik, gençlik... gençlik, aklın bir sürü kaidelerine harp açan ordunun ismi değil mi?"
"Osmanlı tarihi bir mezbahadır: Orada her azman bir celladın şan ve şerefine, bir namuslu adamın şehadetine tesadüf olunur. Hür başların hepsi kılıç yemişlerdir. Faziletsiz mazisi olan bir milletin oğulları da bizim kadar bedbahttırlar ve biz ne kadar bedbahtız ki asırlardan beri kendimize en layık bulduğumuz saadet, ölüm oldu!"
"Ne efsunkar imişsin ah... ey didar-ı hürriyet:
Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten!
[Ne büyüleyici şey imişsin sen ah ey Hürriyet adlı güzel yüzlü kadın, Gerçi esirlikten kurtulduk ama bu sefer de senin aşkının esiri olduk!]"
"Şu üç günlük yalnızlığın bir saniyesini anlat, yetişir. Bir saniyesi, uzun saatler sürecek haykırıştır."
"Ya Rab! ne eksilirdi, derya-yı rahmetinden
Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı!
[Ya Rab, ne eksilirdi senin rahmet denizinden: Ya dünyaya gelmeseydim, ya da aklım olmasaydı?]"
"Hele çocuklar... ah, çocuklar, harb-i umumi çocukları... Bağırmıyorlar, (yahut bağırıyorlar da sesleri çıkmıyor), ağabeylerinin ve ablarının vaktiyle oynadıkları oyunları bilmiyorlar. Çoğu kapı diplerinde oturuyor ve o yaştaki adamlara hiç yakışmayan bir şey yapıyorlar: Düşünüyorlar."
"Böyle yapanlar ne kadar çok. İnsan, insan olduğu günden beri, ıztırabın o kapkara sarhoşluğu içinde, canını bir kadeh gibi fırlatıp atmakta, nihayetsiz bir tad duyuyor... Hepsi, bu milyarlarca adamlar, aklıselim sahibi imişler. Hepsi yaşamak için, irade sarf etmişler. Hepsi düşünüp taşınarak, hayatın mukaddes kitapta yazılan ni'ami günagün'iyle asabi cümle merkezinde kopardığı fırtınaların azabını ölçmüşler, biçmişler, nihayet, ölümün buz gibi göcdesine sarılmakta, hayatın tanımadığı bir hareket bularak çekilip gitmişler. Hangisinden bir şikayet çığlığı geliyor?"
"Hayat güzel bir şeydir, demiyorum, fakat çirkin de değildir, hiç olmazsa mahiyetini anlamak için idame edilmeye değer."
Safa, Peyami, “Mahşer”, Ötüken Neşriyat, İstanbul


Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

"Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir,fakat annelerle değil,annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çoçuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çoçuklarına fazlasiyle iade ederler; böylece keder anadan çoçuğa çoçuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür."
"Havuzda yıldızların aksine bakıyoruz; fakat ayni şeyi hissettiğimizden emin olmamak azabı içindeyim."
"Her bedbaht gibi ben de bu baist nüktede bile bir merhametten, bir teselliden şüphe ettim: Kendi kendime güvenimi o kadar kaybetmiştim."
"Ümit etmek bile az. Emin olmak ihtiyacı. Yalancı istikbalin şüpheli vaatlerine değil, teminatına ve senedine ihtiyacım var."
"Nüzhet bana yalan söyledi... Dünyanın hiçbir Nüzhet'i yalan söylememelidir."
"Ve içimde geriye dönmek korkusu var. Hiç bir şey hatırlamak istemiyorum. Elimi cebime sokarken, bana iki gün evvelini hatırlatacak bir kağıt parçasına, bir şeye rastlamaktan bile korkuyorum."
"Sofradaki münalaşanın çirkin bir çocuğu doğdu: Sükut. Ruhlar acılaşmıştı ve güzel bir mevzua girilemiyordu."
"Susmaya devam etti. Uzun bir sükut. Dakikalar geçiyor. Her an birbirimizden biraz daha uzaklaşıyoruz. Konuşursak, birbirimize bunu hissettirmekten başka bir şeye yaramayacak. Bunun için susuyoruz. Ne onda büyük mesafeyi atlamak ve ötekinin yanına varmak isteği, ne bende kuvveti var. Bu sessizlik içinde zaman aramızdan bir düşman gibi geçiyor."
"Beş dakika sonra hastaneden çıkıyorum. Son not. Bu odada başkaları inleyecek. Onları şimdiden gayet iyi tanıyorum. Üstümden çıkarıp attığım robdöşambr içinde, ebediyen aynı insan bulunacak: Hasta."
Safa, Peyami, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, Ötüken Neşriyat, İstanbul

Fatih-Harbiye

"Neriman düşündü ve bir anda şarklıların kedileri ve garplıların köpekleri niçin bu kadar sevdiğini anladı. Hristiyan evlerinde köpek ve Müslüman evlerinde kedi bolluğu şundandı: Şarklılar kediye, garplılar köpeğe benziyorlar! Kedi yer, içer, yatar, uyur, doğurur; hayatı hep minder üstünde ve rüya içinde geçer; gözleri bazı uyanıkken bile rüya görüyormuş gibidir; lâpacı, tenbel ve hayalperest mahlûk, çalışmayı hiç sevmez. Köpek diri, çevik, atılgandır. İşe yarar; bir çok işlere yarar. Uyurken bile uyanıktır. En küçük sesleri bile duyar, sıçrar, bağırır."
"Lozan sulhundan sonra, resmî Türkiye'nin de kanunla herkese ka­bul ettirdiği bu asrileşme, Neriman'ın ruhunda gizli gizli yasayan bu iştiyaka en kuvvetli gıdasını vermişti. Akraba ve arkadaşlarından, örneklerden, gittikçe medenileşen İstanbul'un dekorundan, kitaplardan, resimlerden, tiyatro ve sinemalardan gelen bu telkinler, yeni kanun­larda müeyyidesini bulmuş oluyordu."
"Bütün cadde bomboş. İnce bir yağmur. Işıklar karıncalanıyor. Her geceye benzeyen gece. Gizli değişiklikleri örten zahiri bir sükün ve yeknesaklık. Her tarafta, cemaatin diktatörlüğünü ilan eden bir hareketsizlik, sükünet ve muvazene."
"Gazali diyor ki: 'evet, ölüme mahkum olduğu için, her şey boştur. Bu cihanın kaşanesi kum üstüne yapılmıştır. Mazi ve istikbal, taraf taraf uçurumdur.'"
Safa, Peyami, “Fatih-Harbiye”, Ötüken Neşriyat, İstanbul

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu

Romanus sum: Ben bir Romalıyım.
Ennezafetü minel-iman. Temizlik imandandır.
"...ciddiyetin yalnız hayvanlara yakıştığına inandığı için dünyanın bütün dramlarına kahkahayı basan ve bunun için 'Gülener' soyadını alan bir baba ile..."
"...ne zaman ki sıkıntıdasın, bu hapları yutacağın yerde, derin bir nefes al, içinden tut nefesini, yüreğinden bir kere, ama yüreğinden, sözüme dikkat et, yüreğinden, yüreğinden anladın mı, yüreğinden bir kere 'Allahım' deyiver, sonra nefesini birden koyuver. Anladın mı?"
"Kız yutkundu ve mırıldandı:
-Niçin böylesin Ferit?
Sesi gözyaşlarıyla ıslaktı. Ferit de uzun bir tereddütten sonra, daha ziyade bir müdafaa ihtiyacı içinde sordu:
+Niçin bu ruju sürüyorsun? Dudaklarının kiraz olmasını isteyen sen değil misin?
-Bende ondan başka bir şey yok mu?
+Ne gibi?
-Bende… Bir ruh yok mu?
Ferit bu sualin hizasına kadar zekâsının kamburu çıkmadan eğilemezdi. Ruh, ruh…
+Fakat sen ve bütün kadınlar, bize evvela ruhunuzu değil, bacağınızı gösteriyorsunuz.
-Ferit, rica ederim…
+...Senin ipek çorabının içinde bir ruh varsa bunu benim avucum anlar. Onunla başka türlü bir temaz ve muhabere vasıtası bilmiyorum. Belki diz kapağının da bir ruhu var. Ruh, ruh... Yürürüken belin bir kıvrılışı... Oradan bir seyalle geçiyor şüphesiz... Fakat o bende aynı cinsten bir seyyale arıyor. Sen boyadığın ve süslediğin vücudunla bende hangi duyguya hitap ediyorsan ondan cevap alıyorsun..."
"İştah niçin aleni de şehvet gizli?"
"Ebussuud, köyünden, İstanbul'a medrese tahsiline gelir. O devirde talebe-i ulümu devlet medrese odalarında bilabedel yedirip içirmektedir. Velakin her taraf doludur. Ebussuud'a yer yok. Aman bana bir medrese köşesi diye koşar oradan oraya. Nihayet birinde bir bol oda bulur, velakin derler ki 'buraya giren sağ çıkamaz. Anın için boştur. Kim girdiyse ertesi sabah ölüsü bulunmuştur.' Ebussuud korkmaz, girer. Akşamdır. Kapıyı kapatır. Rahlesinin önünde çalışmaya başlar. Namazını kılar. Tekrar çalışmaya başlar. Derken bir gümbürtü. Tavan yarılır. Odaya zebellâ gibi simsiyah bir arap iner. Ağzından köpükler saçılarak Ebussuud'a hücum eder. Beriki oralarda olmaz. Çalışmaya devam eder. Arap homurdanarak anın etrafında dolaştıktan sonra çıkar, gider. Aradan yarım saat geçer veya geçmez, yine tavan yarılır, bu sefer bir engerek iner, Ebussuud'un dört yanını çevirir, vücudunu kuşatır. Başını kitabının üzerine sarkıtır, dilini onun çehresine doğru uzatır. Ebussuud yine fütur etmez. Engerek de çıkar gider. Bir yarım saat daha geçer veya geçmez, tavan yarılır, bu defa senin dün gece merdivende gördüğün gibi çırçıplak bir kız yere iner, Ebussudd'un kucağına oturur, boynuna sarılır, envai işve ile anı kendisine cezbetmeye uğraşır. Ebussuud yine aldırmaz, çalışmaya devam eder, kız da çekilip gider; ve Ebussuud medrese halkının enzarı hayreti önünde ertesi sabaha sağ salim çıkıp odada sağ salim oturup çalışmaya devam eder. Fahr-i Kâinat Efendimize Seyyidüs-sakaleyn denmesini tanziren ona da müftes-sakaleyn yani ins ve cinin müftisi denmesinin hikmeti budur."
"Belki cinayetlerin çoğu, bir aşağılık kompleksini hiç değilse irade cephesinden telafi hamlesiydi."
"Eğer böyle ise yazıklar olsun bu adama: Bir filozof için en utanılacak şeyin utanmak olduğunu unutuyordu... Hürriyete ve mesuliyete inanan bir adamın asla filozof olamayacağını Ferit ilk defa o anda düşündü."
"Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekânın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekânın var olmamağa devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok."
"Sevilmemişti hiç. Necmiye teyze; evlenmemişti; onu hiç kimse anlamamıştı. Belki bütün hainler gibi o da bunun için haindi. Fakat şimdi hain değildi."
"Ben çıldırırsam, odama kırmızı bir sis dolduğu için, yatağımın altından babamın kahkahası geldiği için, traş kutum yere düştüğü için değil, nerede, neden ve ne olduğumu bilmediğim için çıldıracağım. Eğer bana 'Bu budur bu'dan başka bir şey söylemeyen müsbet felsefeyi aşamazsam, aklın tamamiyle lüzumsuzluğuna inanacağım. Abes bir varlık nizamı içinde akıl bir körbağırsak kadar vazifesizdir. İç güdünün yerini almaya niçin boşuna uğraşıyor?.. Eğer insanın aradığı mana kendi icadı değilse, manaya mana veren kendisi değilse, bu, Allah'ın hikmetinden başka nedir? Bir zerresi insanın şuuruna dolan muazzam bir şuurun niyetinden başka nedir?"
"Ben sizin kadar okumadım. Fakat spekülatif düşünmeye başladığım gündenberi külli mefhumla medlulü arasında kaçan ve yakalanmıyan bir şey olduğunu ve bu şeyin bizzat ismi olmayan realitenin kendisi olduğunu -yaşayarak- anladım. Mesela bakınız, ben ümit kelimesinin aynı zamanda korku ifade ettiğini düşünürüm. Çünkü ümit, olması ve olmaması ihtimali olan bir şeyin olacağını farzetmektir. Fakat böyle bir faraziye o şeyin olmaması korkusu devam ettikçe mümkündür ve o korku nisbetinde kuvvetlidir."
"İdeoloji kavgaları bana kelime kavgaları gibi geliyor. Hürriyet, mülkiyet, istihsal veya teknik gibi külli mefhumlardan değil, içinde yaşadığımız sıkıntının tecrübesinden hareket etmek bana doğru görünüyor. Babuş'un sıkıntısı hürriyet yoksulluğu değil, ekmek yoksulluğudur. Hürriyetin en bol olduğu memleketlerde bizdekinden çok Babuş var. Sefalet var. Ve artıyor. Bu bir hürriyet problemi olmadığı gibi mülkiyet problemi de değil. Komünizmi burada anlamıyorum. Ferdden ferde değişen  alik oluş proseslerini 'Ferdi mülkiyet' mefhumunda topladığımız zaman sayısız hususilikleri ihmal edişimiz bizi yine realiteden uzaklaştırıp medreseye düşürüyor. Hürriyet probleminde olduğu gibi hayatı bırakıp umumi fikirlerle oynamaya başlıyoruz. Fakat Babuş'un omuzundan kendisiyle beraber dört kişinin yükünü alan bir yeni dünya şarttır."
"Hiç aşık oldunuz mu? Oldunuzsa bu korkunç problemi bilirsiniz, insana ait her mesele gibi o da her meseleyi ihtiva eder. Bir şeyi bilmek için her şeyi bilmek lâzım olduğunu bize duyurur."
"Zaten bu supranormal hadiselerin henüz gizli ilimlerden kurtulup resmi ilimlere mal olmamasının bir sebebi de, ikinci ve bir bakıma daha sofu bir orta çağdan başka bir şey olmayan çağımızın, metodlu bir şüpheden doğduğu halde, son asır boyunca kemikleşen kendi dogmatik ilmi inançlarından şüphe etmek korkusudur. Her biri birer kilise halini alan bugünkü dünya üniversitelerinde papaz profesörlerin, önünde tir tir titredikleri ilim disiplini, orta çağ fideizminin daha az müsamahalı yeni metotlara dayanarak sürüp gelmesinden başka bir şey değildir. Dayandığı prensiplerin yıkılması korkusundan doğan aynı iman ihtiyacı, zamanımızın üniformalı ilminde kilise taasubuyla kışla disiplinini birleştirmiştir... Fakat onlar korkularının tam şuuruna sahip değildirler ve içlerinden gelen şiddetli reddi metotlarının sağlamlığına ait bir emniyetin mahsulü sanırlar. Bu, bir bakıma, insanın mutlak'ı özleyişinin fakat ondan mahrum kalışının her çağda başka bir disiplin altında görünen aynı ruh halidir. Aynı taassuptur. Bu imanın ifadesi değil, olmayan bir imanın hasretidir."
"Dört sene vardır ki bir harbi umumî çıkmış olup milyonlarca insan birbirini telef etmektedir. Tarihi beşeri dolduran bütün muharebeler, benliğini öldürmesini bilmeyen insanın bir gaye uğrunda ölmesini öğrenmesi için Cenabıhakkın ana verdiği kanlı derslere benzer."
"Bütün dinlerin, fikirlerin ve politikaların tarihi bu isyanın tarihidir. Dinler, insanın -iştah, şehvet, kazanç hırsı ve kibir halinde- kuduran ben'ini Allah'da eritmeye çalışmışlardır. Hümanizm onu insanlık idealinde uyuşturmaya savaşır. Nasyonalizm fena fil'millet'i emreder. Ben'in Allah'da yok olmaya koşması azizleri, insanlıkta yok olmaya koşması dâhileri, millette yok olmaya koşması kahramanları yaratmıştır. Bütün bu ideallerde müşterek olan şey ben'in fenasıdır."
"Bugünkü medeniyet ailesi içinde Türkiye için laik olmamak mümkün değildi. Bu bir intibak zaruretidir ve ayrı bir meseledir. Avrupa'yı aşmak için, evvela tam manasıyla Avrupa'lı olmalıyız; onun buhranlarını içinden yaşamalıyız ve onu onunla birlikte aşmalıyız."
"Doğarken hürriyetimize de, şahsiyetimize de sahip olamayız, ikisini de, yaşadıkça ve liyakatimiz nisbetinde kazanırız. Burada ferdiyetle şahsiyeti birbirine karıştıranların ezelî hatasına düşmeyelim. Ferdiyet sadece biyolojik vahdetimizi ifade ettiği halde şahsiyet onu aşan ve emri altına alan sosyal hüviyetimizdir. Ferdiyetin şahsiyete bu yenilişi herkeste olmadığı ve olanlarda da müsevi erecede bulunmadığı için, şahsiyetle beraber gelişen hürriyet, herkes için eşit bir hak sayılamaz."
"Gazetelerde sık sık gördüğümüz 'demokrasi demagoji haline geldi' sloganı bir kelime oyunundan ibaret sayılamaz, demokrasinin halkı bir rakam halinde görmesinin zarurî neticesidir."
"Yıldızların ve mezarların önünde, sonsuzluk ve yokluk problemlerinin önünde susan ideolojiler, insana kendisini aşan gayeler teklif edemedikleri için, onun kendisiyle kendi arasına hiç bir transcendant prensibin ve hiç bir idealin mesafesini koyamamışlardır, insana hedef olarak kendi kendisini gösterince, onu yerinde saymaya mahkûm ettikleri halde koşmasına çalışmak gibi bir imkansızlıkla karşılaştıklarının farkına varamamışlardır."
"Biz kovalayanı beğeniyor, fakat kovalananı seviyoruz."
Safa, Peyami, “Matmazel Noraliya'nın Koltuğu”, Ötüken Neşriyat, İstanbul


Bir Tereddüdün Romanı

"Hayattan aldığımız her zevki muadil bir ıstırapla ödediğimizi bildiğim için, hiçbir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felaketten korkmuyordum. Bunun ikisi de imkansızdır. Çünkü ruhi varlığımız hazla kederin muvazenesine istinat eder, işte en büyük adalet ve müsavat! İnsan, çektiği ıstırap nispetinde zevk duyar: Ne kadar acıkırsa yemekten, ne kadar yorulursa dinlenmekten, ne kadar ararsa bulmaktan o derece zevk alır. İhtiyaç ve ıstırapla muvaffakiyet ve saadet arasındaki bu riyazi tenasüp, bütün insanlar arasında tam ve ezeli bir müsavat temin etmiştir. Eğer bir adamın hayatında duyduğu haz ve keder yekünları hesap edilecek olursa görülecektir ki hiç kimse kimseden daha fazla ne mesut ne de bedbahttır."
"Bir insanı tamamıyla tanımak için bazen asırlar bile yetişmez; kafi derecede tanımak için bazen bir an bile yetişir."
"Daima büyük bir alevle sarıldığını hissettiğin başın ancak toprağın altında soğuyacak ve ancak toprağın altında sen, bu en tatlı ve en korkunç mest edici ve haşlayıcı hararetten ayrılacaksın."
"Ve düşündü ki en afaki zannettiğimiz romanlar bile, muharririn ruhunu muhayyel kahramanlar vasıtasıyla aksettiren bir otobiyografiden başka bir şey değildir."
"Cemiyet her şeyi görür, bilir, anlar; çünkü bizzat, cemiyet her şeydir ve kendi cüzlerinden müstakil bir varlık değildir."
"Ne yürüyüş, enfes! Ben, gece yarısı, kaldırımlara bayılırım. Gece yarısı kaldırımların hürriyetine, kimsesizliğine vurgunum. Ben de kimsesiz ve hürüm, ben de kaldırım çocuğuyum."
"Biz kendi kendimize sorarız:
-Afiyeti devletiniz nasıldır efendimiz?
+Ve hep kendimize cevap veririz:
-Hep öyle, hep öyle, hep öyle!
Hep öyle ne demek? İyi mi? Fena mı? Bilmiyoruz. İyi olmadık ki fena olup olmadığımızı bilelim. Demek fena da değiliz. Fena olmamak iyidir, öyle ise iyi gibiyiz. İyi veya fena, biz hürüz."
"O, iki kişilik bir gezintinin hülyasını kurarken, ben, izimi kaybetmek için bu oteli ertesi gün terk etmeğe karar veriyordum. Kendi kendime: 'Yalansız hiç bir kadın meselesi halledilemiyor' diye düşündüm..."
"Zekanın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür... Fakat, mücerred sahada zekanın evcini işaret eden bir şüphe ve tereddüt, ameli sahada ölümden başka bir şey değildir. O noktaya kadar çıktıktan sonra, insanın hayat ve müşahhas dünya içindeki azami kıymetine varabilmek için, tereddütten karara geçmesini bilmek lazımdır. Çünkü bu, ölümle hayat arasındaki huduttur."
"Sevmek öldürmektir. Bunu çok söyledim ben. Böyledir. Hepimiz kaatiliz."
"Ben müthiş bir 'tahmin düşmanıyım'. Kehaneti sevmiyorum. Bütün felsefe sistemlerinin iflasını gördükten sonra büyük gerçeği de görelim: Devrimiz kuramın ve sistemin genel iflasını ilan etmiştir. Nihayet anlamaya başlıyoruz ki her sistem, ölü bir kalıptır, statiktir, çünkü mantığımızın ürünüdür. Sayısız değişmeleriyle, göz karartıcı hızıyla tamamıyla dinamik olan bir içeriği, yani hayatı biz ancak sezişimizle takip ve bilgimizle izah edebiliriz; ona yol gösteremeyiz. İlim bugünü anlar, yarını keşfedemez. Böyle bir iddiası da yoktur. Her sistem, gülünç bir kehanettir."
"Harpten sonra yıkılmaya başlayan şeylerden biri de nazariyelerin sonuna ilave edilen 'izm' edatıdır. Ancak 'izm'siz düşünebildiği gün insan zekâsının hürriyetinden ve genişliğinden bahsedilebilir."
Safa, Peyami, “Bir Tereddüdün Romanı”, Ötüken Neşriyat, İstanbul

Yalnızız

"Bilmeni temenni ettiğim hakikat önünde beni güldürecek kadar gençsin, yanlış anlamandan korkarım."
"Çocuklar ve gençler için, araştırma metodlarını gösteren kılavuz-öğretmenler vardır. Bunların vazifeleri öğretmek değil, öğrenmenin yolunu öğretmektir."
"Bu utancımın ümidim için öldürücü bir tehlike olduğunu biliyor ve onu azaltmaya çalışıyor."
"Yaklaşır. Kalkarım. Önüne bakarak oturur. Benim gözlerim onun yüzündedir. Bu fark iki cinsin tabiatı arasında mı, yoksa hislerimizin dereceleri arasında mı? Buluşma anının ilk muamması budur."
"İçimdeki muhalefetin oyunudur bu. Kalbe karşı bu muhalefetin akıldan veya gururdan geldiği sanılır. Bence bu, kalbin kendi kendisine karşı müdafasıdır. Sevgilide kaybolmamak için nefret sebepleri arar, bulamazsa yaratır. İşte böyle, kendi kendini aldattığını anlayınca da utanır ve ona daha çok bağlanır. Kendi yalanlarını affetmeyen kalbin kendine verdiği ceza.
Aşıklara haber vermek isterim. Kalbin bütün meseleleri yalnız kalbde halledilir. Çünkü bir hissin hakkından ancak başka bir his gelir. Ümitsiz bir aşkın panzehiri nefrettir. Fikirler ancak bu mukavemet hislerini yaratan tahrik ve telkin unsurlarıdır."
"Simeranya’da yalan tamamiyla lüzumsuz bir hale gelmiştir; anlaşılmıştır ki bu, tabiatın ve hayatın içindeki zıtlıkları barıştıramayan insanın bir görünüş ahengi yaratmak için kutuplardan birini örtmek ihtiyacıdır. Bu zıtlıklar ortadan kalkar veya uzaklaştırılırsa yalana lüzum kalmaz. Yani prensibinde kutuplaşma bulunan olmak dramına karşı aciz insanın elindeki geçici silah, yalandır."
"Her sıkıntı bir isyan hazırlığıdır. Ruhta başlayan bu hazırlık vücudun hastalanması şeklinde organik bir isyana çevrilir... Yani insanda hastalık, çok defa, kaderin aksiliklerine karşı bir intibaksızlıktır. Simeranyada her türlü hastalığın amilini evvela hastanın hayatında ve ruhunda ararlar. Çok defa da hiç bir çaresi, olmayan talihsizliklerden, hayat aksiliklerinden birini bulurlar: Ümitsiz bir aşk, çok sevilen birinin ölümü, namus lekesi, vicdan azabı gibi çaresizlikler... ve bu ağır ıstırap yükünü kaldıramayan ruhun sıkıntısı ve isyanı. Işte o zaman, hastayı kaderinin aksiliklerine intibak ettirecek bir ruh tedavisi başlar ve mucizesini verir."
"Yani biyolojik zaviyeden namus, daha iyiye doğru tasfiye yapan seleksiyon hareketinin insana verdiği yüksek tercih duygusu, bayağılıktan sakınma duygusudur. Biyolojik asalet ve kibarlıktır. Bir ıstıfa aristokrasisidir."
"Daha doğrusu her aşkın köhne ve ebedi meselesi içindeyim: 'Beni seviyor mu?' ve 'Ne kadar?'"
"Kadının aşk ahlakı bazan aşkın dışında ahlak tanımaz."
"...aşkın muzaffer olduğu mücadelerde artık mücadele yoktur. Bu mücadele uzun sürerse bir mücadele aşkı halini alır. Gururla arzu çarpışır."
"Bahtiyar olmak için bedbaht olmağa ihtiyacı var. Her insan böyledir... 'Başının belasını arıyor.' der halk. Her insan arar bunu. Farkında değildir. Sanatkarlar hissederler. Fuzuli'yi hatırlayın: 'Yani ki çok belalara kıl müptela beni.' Hamid de Makber'in önsözünde 'Kederimin artması için sevinmek isterim.' der.Aynı şeydir: Sevincinin artması için kedere ihtiyacı var demektir."
"Meral ona doğru eğilerek sordu:
-Nedir? Söyleyiniz de izah edeyim.
Samim ağır ağır başını salladı:
-Bildiğim kadarını itiraf etmeye hazırlanıyorsunuz, değil mi? Fazlasından kurtulmak için soruyorsunuz."
"Aralarındaki münasebetin başladığı günden beri en münakaşalı noktaya tekrar geliyorlardı. Aşkın gayesi meselesi: Kendisine aşktan başka bir gaye arayan aşkın kendi kendine yetersizliği. Evlenmenin, işte bunun için, çok defa aşkı öldürdüğü."
"Aşk kendisine dışarıda ne hedef, ne de vasıta arar. Dışarıdan himayeye de ihtiyacı yoktur. Bir sömürge değil, muazzam bir imparatorluktur o."
"Zengin bir hayal içinde meçhul, daima malûmun en korkunç rakibidir. Ben malûmum. Yani sayısız imkânlar arasında gerçekleşmiş ve donmuş bir imkânım. Ben bir şeyim, meçhul her şeydir. Fakat... unutma ki ben, varım; meçhul, yoktur. O, sadece olabilir, fakat olmayabilir de! Ben bir realiteyim, o bir imkândır. Bu farkı anlamayan bir aşka sen beni inandıramazsın."
"'Ah mine'l-aşk ve'l-halatihi' [Ah bu aştan ve beni düşürdüğü hallerden] diyor Arap."
"Hem tuhaf: Hürriyet içinde hürriyetin kıymeti yok. Bugün Samim benden ayrılsa ve beni hür bıraksa, nefret ederim hürriyetimden."
"-Bu bir hayal fakat, hayal. Ötede muazzam, koskocaman bir gerçekler âlemi, gerçek sevgiler ve kıymetler âlemi var. Bu hayal onlara nasıl baskın çıkabiliyor?
-Bu bir ân. Bir sürükleniş ânı... Senin böyle sürüklenişlerin yok mudur, Samim?
-Canım, biz işte o anların içinde varlığımızın imtihanını geçiririz. O anlarımızın içinde varız veyahut yokuz. Şahsiyetimiz orada bütünleşir ve tam dolgunluğu içinde zıtlıkları karşılar. Sürüklenirsek hiçiz, dayanırsak varız."
"-Sana kolay bir formül vermek için diyebilirim ki, aşk iki kin arasında bir mütarekedir.
-Fakat aşk hayranlıkla başlamıyor mu? Başlangıçta kin yok ki.
-Hayranlık mağlûp olmuş bir kıskançlıktır. Yani kıskançlık gıptaya, gıpta hayranlığa yerini verir. Dibinde kin vardır. Gitgide, hayranlığın zaafa uğradığı anlarda bu kin ortaya çıkar."
"La Rochefoucauld'yu burada da hatırlamamak mümkün değil: 'Herkes hafızasından şikâyet eder, muhakemesinden şikâyet eden yoktur'."
"Hayır, siz daha mahirsiniz, kelimelerin dar angajmanları içine girmemek için, susuyorsunuz..."
"İntihar ediyorum... Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım."
"Yani, bak, büyük kalabalıkların ortasında, insan denilen sosyal mahlûk kendi... Kendi iç dünyasının mahbusu halinde, şifasız bir yalnızlığa mahkûm... Yalnızım, evet, herkes yalnızdır, yalnızız... Bütün ihtilâflarımızda yalnızlıklarımız çarpışıyor. Hattâ kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz -Çünkü bak, iki 'kendi' var içimizde- birbirine karşı yalnızdır."
"Ey insan! Bu kitabı sana ithaf ediyorum. Basının üstünden büyük bir rüzgâr geçiyor. Yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kudretli kaynağı uranium'da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparak çıkardığın korkunç tahrip âletinin patlayışından yükselecek alevi bekletiyor."
Safa, Peyami, “Yalnızız”, Ötüken Neşriyat, İstanbul

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dostoyevski -İnsancıklar

Rainer Maria Rilke - Dua Saatleri Kitabı/Duino Ağıtları/Bütün Şiirlerinden Seçmeler/Malte Laurids Brigge'nin Notları + Cahit Zarifoğlu - Rilke'nin Romanında Motifler

Ahmet Erhan - Alacakaranlıktaki Ülke/Ölüm Nedeni Bilinmiyor/Ne Balık Ne De Kuş