Charles Baudelaire - Paris Sıkıntısı/Kötülük Çiçekleri
Albert Camus'un Başkaldıran İnsan'da Baudelaire'den şöyle bahseder:
"'Bu dünyada her şeyden cinayet sızıyor,' der Baudelaire, 'gazeteden, duvardan, insan yüzünden.' Hiç değilse bu cinayet, bu dünya yasası seçkin bir yüze bürünmelidir. Lacenaire, cani beyzadelerinin ilki, kendini gerçekten verir bu işe; Baudelaire o denli ileri gitmez ama dehası vardır. Cinayetin fazla fazla ötekilerden daha ender bir tür olarak göründüğü kötülük bahçesini yaratacaktır o. Dehşet bile ince bir duyu ve ender bulunur bir nesne olacaktır. 'Kurban edilmekten mutluluk duymasına duyardım ya, devrimi her iki biçimde de duymak için cellat olmaktan da kaçmazdım hani.' Törelere uyması bile cinayet kokar Baudelaire'in."
Camus'un Başkaldıran İnsan'ından etkilenerek bu kitapta bahsi geçen tüm yazarları okumaya karar verdim. Ve Charles Baudelaire ile başlıyorum. Sonrasında Rousseau, tekrardan Nietzche okuması felan şeklinde devam etmesi temennimizdir.
Başkaldıran insanlar silsilesinde Charles Baudelaire, en önde gidenlerden birisi. Bu işin öncülerinden. Hayatı gibi yazdıkları da zamana ve süregelen alışkanlıklara başkaldırı niteliğindedir. Üvey babasından hep nefret eden, yollandığı Hindistan gezinin ortasında Fransa'ya geri gönen ve büyük hayranı olduğu Edgar Poe'nin şiirlerini Fransızca'ya çeviren Baudelaire'in yazdığı şiirlerin altı tanesi, zamanına göre müstehcen bulunduğu için yasaklanmıştır. Ankedot düşeyim, öldüğünde mezarı, yaşamı boyunca hep nefret ettiği üvey babasının yanına gömülür.
Aslında burada bir şey dikkatimi çekiyor. Başkaldırı derken elbetteki tanrıtanımazlığı kastediyorum. Sanki Yaradan'a karşı başkaldırının ilk basamağı müstehcenlik. Başkaldıran İnsan'ın tarihi müstehcenlik ile başlıyor, katedeceği uzun yolun başlangıcında en büyük yol ve rol arkadaşı müstehcenlik. Hatta aslında müstehcenlik, ilk başkaldırıdır alışılagelmişe, geleneğe, töreye, yapılanlara ve tekrarlanan alışkanlıklara. Müstehcenlikle ilk karşılaştığımız meydan olan edebiyatta, müstehcenlik toplumsal tabulara ve kabullere ilk saldırıdır, alışılagelmiş kabullenmelere ilk itirazdır. Sinemada da benzeri olmuş veya olacak gibime geliyor. İnsanların önce ar perdesi yırtılıyor, böylece söylenilmesi toplum baskısıyla engellenilen bazı söylemler için -toplum baskısı devam etse dahi- birazcık bir alan açılıyor. Ardından başkaldıranlar, tüm tepkilere rağmen söyleyeceklerini ufak ufak söyleme cesareti buluyor ve bu cesaret kar topu gibi sergilendikçe büyüyor, büyüyor. Ve şuanki çığ hali hepimizin malumudur.
Başkaldıran insanlar silsilesinde Charles Baudelaire, en önde gidenlerden birisi. Bu işin öncülerinden. Hayatı gibi yazdıkları da zamana ve süregelen alışkanlıklara başkaldırı niteliğindedir. Üvey babasından hep nefret eden, yollandığı Hindistan gezinin ortasında Fransa'ya geri gönen ve büyük hayranı olduğu Edgar Poe'nin şiirlerini Fransızca'ya çeviren Baudelaire'in yazdığı şiirlerin altı tanesi, zamanına göre müstehcen bulunduğu için yasaklanmıştır. Ankedot düşeyim, öldüğünde mezarı, yaşamı boyunca hep nefret ettiği üvey babasının yanına gömülür.
Aslında burada bir şey dikkatimi çekiyor. Başkaldırı derken elbetteki tanrıtanımazlığı kastediyorum. Sanki Yaradan'a karşı başkaldırının ilk basamağı müstehcenlik. Başkaldıran İnsan'ın tarihi müstehcenlik ile başlıyor, katedeceği uzun yolun başlangıcında en büyük yol ve rol arkadaşı müstehcenlik. Hatta aslında müstehcenlik, ilk başkaldırıdır alışılagelmişe, geleneğe, töreye, yapılanlara ve tekrarlanan alışkanlıklara. Müstehcenlikle ilk karşılaştığımız meydan olan edebiyatta, müstehcenlik toplumsal tabulara ve kabullere ilk saldırıdır, alışılagelmiş kabullenmelere ilk itirazdır. Sinemada da benzeri olmuş veya olacak gibime geliyor. İnsanların önce ar perdesi yırtılıyor, böylece söylenilmesi toplum baskısıyla engellenilen bazı söylemler için -toplum baskısı devam etse dahi- birazcık bir alan açılıyor. Ardından başkaldıranlar, tüm tepkilere rağmen söyleyeceklerini ufak ufak söyleme cesareti buluyor ve bu cesaret kar topu gibi sergilendikçe büyüyor, büyüyor. Ve şuanki çığ hali hepimizin malumudur.
Charles Baudelaire, Paris Sıkıntıları'nı yazma sebebini bir dostuna yazdığı mektupta şöyle dile getirir:
"Aloysius Bertrand'ın ünlü Gaspard de la Nuit'sini belki yirminci kez karıştırırken, buna benzer bir şey denemek, onun öylesine şaşalı, öylesine çekici bir biçimde eski yaşamın çiziminde uyguladığı yöntemi yeni yaşamı, daha doğrusu yeni ve daha soyut bir yaşam anlatmada uygulamak geldi usuma. Uyumu uyağı olmadan da şiirli, ezgili olan, ruhun içli devinimlerine, imgelemin dalgalanmalarına, bilincin çarpıntılarına uyacak kadar kıvrak ve çarpıntılı bir şiirsel düz yazı tansığını hırslı günlerimizde hangimiz düşlemedik?"
Ve yazar, kısa hikayeler şeklinde veya ufak denemeler biçiminde yazdıklarının birçoğunu döneminin ünlü yazar veya sanatçısına ithaf ediyor.
Ve yazar, kısa hikayeler şeklinde veya ufak denemeler biçiminde yazdıklarının birçoğunu döneminin ünlü yazar veya sanatçısına ithaf ediyor.
"Bir düellodur güzeli incelemek, sanatçıyı yere sermeden önce dehşetten haykırtan bir düello."
"Ne dersiniz, hanımefendi, gerçekten değerli, sizin kadar abartılı bir aşk şiiri değil mi bu? Doğrusunu isterseniz, bu özentili övgüyü örerken o kadar haz aldım ki karşılığında hiçbir şey istemeyeceğim sizden."
"La Bruyere bir yerlerde, 'Yalnız olamamanın büyük mutsuzluğu!' der, kendi kendilerine katlanamamaktan korkarak kalabalıkta kendilerini unutmaya koşanları uyandırmak ister sanki."
Yazıların ağırlıklı konusu yalnızlık. Yazar, yalnızlık'a seslenir, onunla konuşur, onu anlatır, yalnızlığı över ve ona karşı sevgisini dile getirir. Yalnızlık sonrası en fazla işlenen konu ise fakirlik. Sonrasında da sık sık şeytanla veya eski Yunan mitoloji kahramanlarıyla diyaloglar gelir, ve buralarda hafiften bildiği ve tanıdığı Tanrı'yı alaya alır.
"Bakışı göğün ve denizin uçsuz bucaksızlığına daldırmak ne büyük haz! Yalnızlık, sessizlik, gök yüzünün benzersiz arılığı! Ufukta titreyen, küçüklüğüyle, yapayalnız kalmışlığıyla benim çaresiz yaşamıma öykünen bir küçük yelken, dalganın tekdüze şarkısı, tüm bu nesneler benim aracılığımla düşünüyor, ya da ben onların aracılığıyla düşünüyorum."
"...yineleyip duruyordum: 'Tanrım! Ulu Tanrım, ne olur, şu şeytan sözünde dursun!'"
"[Şeytanın] Sesi şunu fısıldıyordu kulağıma: 'Ancak eşit olduğunu kanıtlayan kişi eşittir bir başkasına, özgürlüğü ancak onu kazanan hak eder.'"
Anlatmak istediklerini imgelemeye çalışıyor. Ki Baudelaire'nin en büyük olayı yaptığı imgelemedir. Kitabın başlangıcında çevirmen, bu imgelemelerin gerçeklikten uzak kaldığından bahseder fakat ben eseri okurken harcadığı imgeleme çabasının gerçekçilik seviyesinde kalmış olduğunu düşündüm.
"Kül rengi, engin bir gök altında, yolsuz, çimensiz, dikensiz, ısırgansız, geniş, tozlu bir ovada birtakım insanlara rastladım, iki büklüm yürüyorlardı. Her biri bir un ya da bir kömür çuvalı kadar, Romalı bir piyadenin donatımı kadar ağır, kocaman bir Düş taşıyordu sırtında."
"Ayrıca, yoksulun yasında bir eksiklik, onu daha da üzücü kılan bir uyum yokluğu vardır her zaman. Acısında cimri davranmak zorundadır. Zengin ise tam bir yas kılığına girer."
"Sonra, yaşamı öylesine çetin olan Zaman'ı öldürmek, öylesine ağır akan Yaşam'ı hızlandırmak için yeni şişeler getirttiler."
Şiir gibi kısa kısa yazar fakat yine şiir gibi anlatırken daldan dala atlar ve kafiyeli bir dil üslup kullanarak sık sık benzetmeye başvurur.
"Kalabalık, yalnızlık: etkin ve verimli ozanın birbirleriyle kolayca değiştirebileceği eşit deyimler. Yalnızlığını kalabalıkla doldurmasını bilmeyen kişi telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez."
"Her yanda sevinç, kazanç, eğlence; her yanda ertesi gün de bir ekmek yeme güveni; her yanda canlılığın taşkın patlayışı. Burada salt yoksunluk, dehşet tam olsun diye de karşıtlığı sanattan çok yoksulluktan kaynaklanan, gülünç paçavralarla gülünç bir kılığa girmiş yoksunluk. Gülmüyordu düşkün adam!"
"Her şeyden önce lanetli gazetecim beni bıraksın da gönlümce eğleneyim isterim. Bir ermiş havasıyla, 'Sevinçlerinizi paylaşmak gereksinimini hiç mi duymadınız?' diyor bana. Gördünüz mü usta kıskancı! Kendi sevinçlerini küçümsediğimi biliyor, gelip benim sevinçlerime de burnunu sokuyor, iğrenç oyunbozan."
En fazla yapılan alıntısını da paylaşıyorum ki öncesi ve sonrası da en azından bir kez alıntılanmış olsun:
"Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır. Bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir, ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu."
"...siz de, Ulu Tanrım, izin verin, birkaç güzel dize yaratayım da insanların en aşağılığı olmadığımı, hor gördüklerimden aşağı olmadığımı kanıtlayabileyim kendime."
"Tasarı da tek başına yeterli bir ergi nasıl olsa, tasarıları gerçekleştirmeye ne gerek var?"
Baudelaire, Charles, "Paris Sıkıntısı", Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2014, İstanbul, Çev. Tahsin Yücel
Yabancı dilde yazılmış şiirlerin tercümesine başlarken öncelikle ifade etmek istediğim birşey var: bir daha -ve sanırım bu son kez olacak- tecrübe ettik ki yabancı şiir tercümeleri çok kötü olmaktadır. Tercümelerin çok çok büyük çoğunluğundan şiir, olması gereken duygularından yoksun, ruhsuz ve hissiz olmaktadır. İlginç bir olayı tecrübe edenin yaşadığı duygularını bir başkasına aktaran misali gibi kalmaktadır.
Charles Baudelaire'nin şiirlerini yaşadığı dönemin kabullerine göre değerlendirdiğimizde ciddi anlamda müstehcen diyebiliriz. Ve sonrasında da -yukarıda değindiğim müstehcenlik ve tanrıtanımazlık ilişkisine benzer- direk Tanrı'yı tanımazlık yerine önce Şeytan'dan yana tavır takınıyor, kendini o'ndan yana saf aldırıyor. Bu sırada da Tanrı'yı hafiften alaya alıyor. Nasıl ki sofular Tanrı'yı övüp yüceltiyor, Baudelaire de Şeytan'ı kutsuyor. Fakat bu düşüncelerinde herhangi bir ürkeklik yok. Hatta kendi kendini cesaretlendiriyor ve bu söylemleri göstermenin cesaretini över gibidir. Şiirlerinde en fazla işlediği konu, ölüm. Ölüm sonrasında da Şeytan ve mühtehcenlik geliyor.
"Akşamın Uyumu
Vakit geldi, ürperip, tütsü gibi
Her çiçek dalında buğulanıyor;
Akşamda kokular, sesler dönüyor
Hüzünlü vals, öldüren başdönmesi!
Her çiçek dalında buğulanıyor;
Kemanda üzgün bir kalp titremesi;
Hüzünlü vals, öldüren başdönmesi!
Gök güzel bir sunak, dinlendiriyor.
Kemanda üzgün bir kalp titremesi,
Kalp ki kara boşluğa kinleniyor;
Güzel gök, bir sunak, dinlendiriyor.
Boğuluyor kanında güneş şimdi...
Kalp ki kara boşluğa kinleniyor
Topluyor geçmişten kalan her şeyi!
Boğuluyor kanında güneş şimdi...
Aşkın bir tütsü gibi bende yanıyor"
"İkiniz de karanlık ve ağzı sıkısınız:
İnsan! uçurumuna hiç kimse inemedi,
Deniz! servetlerini kimseler bilemedi,
Sırrınızı vermede ne kadar kıskançsınız!"
"Bir kez, yalnızca bir kez, sevimli, tatlı kadın,
Kaygan kolunuz koluma yaslandı
(Ki ruhumun zifiri, yoğun karanlığının
Dibinde bu anı asla solmadı)"
"Ölmüştüm düpedüz, bir gariplik yok, korkunç tanSarıp sarmalamıştı beni -Eee! hepsi bu mu?
Perde kalkmıştı ama hala bekliyordum ben."
"Bin yıl yaşamışçasından çok anılarım var."
"Hepiniz ölüm kokuyorsunuz iskeletler!"
"Ey acı! ey acı! Zaman yaşamı yiyor"
"Ve erkek yazmaktan yorulmuş, kadın sevmekten."
"Sende, sevilen her şeyin sevilmek hakkıdır!"
"Ey sürgünler Prensi, haksızlığa uğrayan,
Yenildiğinde bile, güçlü, doğrulup kalkan,
Sen, ey Şeytan, bu uzun sefaletime acı!
...
Baba Tanrının, kızıp yeryüzü cennetinden
Kovduğu insanların o üvey babası, sen,
Sen, ey Şeytan, bu uzun sefaletime acı!"
Amour: Eski Yunanlıların kanatlı bir çocuk biçiminde gösterdikleri Eros.
Yorumlar
Yorum Gönder
teşekkürler, thanks, danke, gracias :)