Dostoyevski -Karamazov Kardeşler


Ultramontanizm: papanın nüfuzunun artıırılması yanlısı bir dinsel cereyan.
Otodafe: kafirlerin yakıldığı ateş.
Sine qua: zorunlu koşul anlamında

“Size doğrusunu söyleyeyim, buğday tanesi toprağa düşüp ölmedikçe yalnız kalır. Ama ölürse çok ürün verir.” Yuhanna 12:24

"Burada söz konusu olan aptallık değildir: bu kaçıkların çoğu oldukça akıllı ve kurnazdır, ahmaklık ise bir tür özel, ulusal özelliktir."
"Fedor Pavloviç, karısının ölüm haberini öğrendiğinde sarhoşmuş, sokaklarda koşmaya ve ellerini göğe kaldırarak sevinçten ‘İşte şimdi azat ettin’ diye bağırmaya başladığını söylerler. Bazılarına göre de, küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamış. Herkes ondan tiksindiği halde bu halini görmek acı vericiymiş. Her ikisi de mümkündür, yani bir yandan kendi kurtuluşuna sevinmiş, bir yandan da kurtarıcısına ağlamış olabilir. Çoğu durumlarda insanlar, hatta caniler bile genellikle düşündüğümüzden çok daha saftırlar. Biz de öyleyiz ya."
"‘Bu masum gözler, o anda benim ruhumu ustura gibi kesmişti,’ diyordu sonradan iğrenç bir şekilde kikirdeyerek."
"Fransızın biri cehennemi şöyle anlatmış: ‘J’ai vu l’ombre d’un cocher, qui avec l’ombre d’une brosse frottait l’ombre d’une carrosse.’ [bir fırça gölgesiyle bir araba gölgesini temizleyen bir arabacı gölgesi gördüm.]"
"…ama bence mucizeler bir gerçekçiyi hiçbir zaman şaşırtmaz. Bir gerçekçiyi imana meylettiren mucizeler değildir. Gerçek anlamda bir gerçekçi, eğer imanlı biri değilse, mucizeye inanmama gücünü ve yeteneğini her zaman kendisinde bulacaktır ve eğer mucize onun önünde karşı konulmaz bir olgu haline gelirse, bu olguya izin vermektense kendi duygularına inanmamayı tercih edecektir. Eğer  bu olguya izin verecek olursa, doğal bir olgu olarak izin verir, ama o ana kadar onun bilmediği bir olgu olarak. Bir gerçekçide inanç mucizeden değil, mucize inançtan doğar. Eğer bir gerçekçi bir kez inanmışsa, kendi gerçekçiliği uyarınca mucizeye de mutlaka inanmak zorundadır. Havari Thomas, görmeden önce inanmayacağını söylemiş, gördüğü zaman da şöyle demiş: “Rabbimsin ve Tanrımsın!” Onu inanmaya zorlayan mucize midir? Herhalde değil. Sadece inanmak istediği için inanmıştır. Belki de daha “Görmeden inanmayacağım” dediği zamanlarda bile varlığının gizli bir köşesinde tam olarak inanmaktaydı."
"O, bu yola, sadece bu sırada onu tek etkileyen yol olması ve ona, karanlıktan çıkmak için çırpınan ruhunun ışığa doğru gitme düşüncesini bir defada gösteren tek yol olması yüzünden girmişti. Buna bir de onun az çok son dönem gençlerimizden biri olduğunu, yani yapısı bakımından dürüst, gerçeği isteyen, gerçeği arayan ve gerçeğe inanan, inandıktan sonra ise ruhunun bütün gücüyle bu gerçeğe hemen katılmak isteyen, her şeyini, hatta hayatını feda etmek gerekirse bile kesin bir arzuyla çabucak bir kahramanlık yapmak isteyen biri olduğunu ekleyin. Fakat bu gençler, bu tür pek çok olaydaki fedakarlıklar içinde belki de en kolayının hayatını feda etmek olduğunu ne yazık ki anlamazlar. Ayrıca istedikleri bu gerçeğe ve pek beğendikleri ve gerçekleştirmeyi amaç edindikleri kahramanlığa ulaşmak için güçlerini on kat artırmak pahasına gençlikleriyle kaynayıp taşmakta olan yaşamlarından, örneğin, beş altı seneyi zor ve ağır bir eğitime ve bilime feda etmenin, çoğunlukla içlerinden pek çoğunun hemen hemen hiç göze alamayacağı bir fedakarlık olduğunu da anlamazlar."
"Doğal olarak kendi kendine şöyle diyordu: “Ölümsüzlük için yaşamak istiyorum, yarı yarıya uzlaşma kabul etmem.” Eğer ölümsüzlüğün ve Tanrı’nın olmadığına karar vermiş olsaydı, şimdi ateist ve sosyalist olurdu (çünkü sosyalizm, sadece bir işçi sorunu yada dördüncü sınıfın sorunu değil, aynı zamanda ve özellikle ateizm sorunudur, ateizmin zamanımızdaki cisimlenmesi sorunudur, Tanrısız olarak, yerden göğe erişmek için değil, göklerden yere bilgi vermek için kurulmuş bir Babil Kulesi sorunudur.)"
"Starets, sizin ruhunuzu, iradenizi kendi ruhuna ve kendi iradesine bağlayan adamdır. Bir staretsi seçtikten sonra kendi iradenizden vazgeçiyor ve iradenizi tam bir itaat içinde staretse teslim ediyorsunuz."
"Çalışmaktan ve yaşadığı acılardan, asıl önemlisi sürekli haksızlıktan ve gerek kişisel, gerekse bütün dünyayı ilgilendire günahlardan ezilen basit Rus insanının mazlum ruhu için kutsal bir varlık ya da bir aziz bulup önünde yere kapanmaktan ve onu selamlamaktan daha büyük bir ihtiyaç ve teselli olmadığını çok iyi anlamıştı: “Bizim günahlarımız, yalanlarımız ve baştan çıkarıcı arzularımız da olsa dünyanın bir yerinde kutsal ve yüce biri var; hakkaniyet ondadır, o adaleti bilir; demek ki, bu dünyada adalet ölmeyecek, belki de bir gün gelecek bu adalet bize de geçecek ve vaat edildiği gibi tüm dünyada hüküm sürmeye başlayacak.”"
"Sıkılmayınız, tamamen evinizdeymiş gibi olunuz. En önemlisi de, kendi kendinizden bu kadar sıkılmayınız, çünkü her şey sadece ve sadece bundan kaynaklanır."
"Hayır, Diderot hakkındakiler değil. En başta kendi kendinize yalan söylemeyin. Kendi kendisine yalan söyleyen ve kendi yalanını dinleyen o hale gelir ki, artık ne kendisindeki, ne de çevresindeki hiçbir gerçeği ayırt edemez, bu yüzden de hem kendisine, hem de başkalarına saygısızlık eder. Hiç kimseye saygı duymayan biri sevmekten de vazgeçer, sevgi olmayınca kendini oyalamak ve eğlendirmek için ihtiraslara ve kaba zevklere kendini kaptırır ve işlediği kusurlarda bir hayvanın düzeyine iner, bütün bunlarsa insanlara ve kendine sürekli yalan söylemekten ileri gelir…"
"Zaten insanoğlu, Tanrı’nın gösterdiği sonsuz seviyi harcayabilecek kadar büyük bir günah da işleyemez."
"+Bu, bir doktorun çok zaman önce bana anlattıklarının tıpatıp aynısı… “ben” diyordu, “en insanlığı seviyorum, ama kendi kendime şaşıyorum: Genel anlamda insanlığı ne kadar çok seversem, insanları tek tek, yani ayrı ayrı, münferit insanlar olarak o kadar az seviyorum…”
-Peki, ne yapmalı? Böyle bir durumda ne yapmalı? Umutsuzluğa düşmeye gerek var mı?
+Hayır, çünkü bu konuda üzülmeniz bile yeterlidir. Elinizden geleni yapın, hepsi size yazılacaktır. Kendi kendinizi bu kadar derinden ve içten anlayabildiğinize göre siz zaten pek çok yapmışsınız! Eğer şimdi sadece doğruluğunuz nedeniyle övgümü kazanmak için benimle bu kadar samimi konuştuysanız, o zaman yapıcı sevgi kahramanlıklarında hiçbir yere ulaşamazsınız kuşkusuz; böylece her şey hayallerinizde kalır ve bütün yaşam bir hayal gibi görünüp kaybolur."
"Derler ki, yabancı bir suçlu, ender olarak pişman olur, çünkü en çağdaş öğretiler bile suçunun bir suç olmayıp sadece adaletsizce baskı yapan bir güce karşı isyan olduğu düşüncesinde onu doğrulamaktadır."
"İşte sana bir nasihat: Acıda mutluluk ara."
"Demin onun saçma teorisini işittin: “Ruhun ölümsüzlüğü yoktur, öyleyse erdem de yoktur, demek ki, her şeye izin verilmiştir.”…  Palavracı, düşüncesinin özü de şu: “Bir yandan kabul etmek, diğer yandan da itiraf etmek olanaksız!” Teorisi baştan sona namussuzluk! İnsanlık ruhun ölümsüzlüğüne inanmasa da erdem için yaşayacak gücü yine de kendisinde bulacaktır! Özgürlük, eşitlik, kardeşlik sevisinde bulacaktır…"
"O anda birdenbire, daha önceleri bir keresinde kendisine: “Neden böyle nefret içerisindesiniz?” diye sorduklarını anımsadı. O zaman, soytarıca bir utanmazlık nöbeti içinde şu yanıtı vermişti: “Doğrusu o bana hiçbir şey yapmamıştı, ama buna karşılık ben ona en büyük namussuzluğu yapmıştım ve yapar yapmaz da hemencecik ondan nefret ettim.”"
"Pyotr Aleksandroviç Miusov, benim akrabam, sözlerinde plus de noblesse que de sincerite [içtenlikten ziyade asalet] olmasını sever, bense tam tersine konuşmamda plus de sincerite que de noblesse [asaletten ziyade içtenlik] olmasını severim ve noblesse[asalet]in içine tükürürüm!"
"Schiller’in Haydutlar’ındaki gibi, “dudağa öpücük, yüreğe hançer.” Yapmacık şeyleri sevmiyorum pederler, gerçeği istiyorum!"
"Fedor Pavloviç, bazen sarhoş olduğu dakikalarda birdenbire içinde manevi bir korku ve ruhunda fiziksel olarak da etki uyandıran ahlaki bir sarsıntı hissediyordu. Bazen “Bu anlarda ruhum sanki boğazımda çırpınıyor” derdi."
"Ama aşık olmak sevmek demek değildir. Nefret ederken de aşık olmak mümkündür. Unutma bunu!"
"Güzellik… dehşet verici, korkunç bir şey! Dehşet verici, çünkü tanımsız bir şey, Tanrı bazı bilmeceler ortaya attığı için tanımlanması da olanaksız." 
"Yüreği yüce, zekası yüksek bir insanın bile söze Meryem Ana idealiyle başlayıp Sodom idealiyle sözünü bitirmesine katlanamıyorum. Ruhunda Sodom idealini taşıdığı halde Meryem Ana idealini de reddetmeyen ve bu idealle gerçekten yüreği yanan, lekesiz gençlik yıllarındaki gibi gerçekten yanan biri daha da korkunçtur. Hayır, insanoğlu geniş, hatta çok geniş, ben olsa daraltırdım." 
"-Ben, onun gibi birini değil, senin gibi birini sevdiğinden eminim.
+O, beni değil, kendi erdemini seviyor…"
"Sen, masum çocuk, biliyor musun, bunların hepsi de saçmalık, akıl almaz bir saçmalıktır, çünkü trajedi burdadır!"
"Ressam Kramskiy’in “Seyirci” adında çok güzel bir tablosu vardır: Kışın ormanı tasvir eder. Ormandaki yolda yırtık pırtık kaftanı ve ayakkabılarıyla tek başına, derin yalnızlıklara gömülmüş bir adam durur, derin düşüncelere dalmış gibi dikilir, ama düşünmez, bir şey “seyretmektedir.” Dokunsanız irkilir ve size sanki uykudan yeni uyanmış gibi, ama hiçbir şey anlamadan bakar. Aslında artık ayılmıştır, ama ona durup ne düşündüğünü sorsanız kesinlikle hiçbir şey anımsamayacaktır, ancak seyrettiği sırada etkisi altında bulunduğu izlenimleri hala içinde saklamaktadır. Bu izlenimler onun için değerlidir ve bunları kesin olarak biriktirmektedir, belli belirsiz ve hatta anlamadan, neden ve ne için bunları biriktirir, kesinlikle bunu da bilmez: Yıllarca izlenimlerini biriktirdikten sonra belki de aniden hepsini bir kenara atacak ve Kudus’e dolaşmaya ve ruhunu kurtarmaya gidecek, belki de doğduğu köyü yakacak, ya da belki her ikisi birden olacaktır. Halkın içinde seyirciler oldukça fazladır."
"Artık Hıristiyanlık unvanım elimden alınmış olduğuna göre, bu takdirde öteki dünyada bir Hıristiyan olarak benden İsa’yı inkar edişimin hesabını ne suretle ve hangi hakla sorabilirler? Hem zaten bırakın İsa’yı inkar etmeyi, sadece bunu aklımdan geçirdiğimde bile vaftizim geri alınmamış mıydı? Mademki, artık Hıristiyan değilim, demek ki, İsa’yı da inkar edemem, çünkü o zaman hiçbir şeyi inkar etmem gerekmeyecektir."
"+…Yine de senin şu manastırın işini bitirebilirdim. Bütün Rusya topraklarındaki bu tasavvufçuların hepsini bir çırpıda alabilir ve bütün aptalların kesinlikle akıllarını başlarına getirmek için ortadan kaldırabilirdim. Darphaneye de ne kadar altın, gümüş gelirdi ama!
-Neden ortadan kaldırılması gerekiyormuş, dedi İvan.
+Gerçeğin en kısa sürede ışıl ışıl parlaması için, işte nedeni bu."
"-Alyoşka ölümsüzlük var mı?
+Var.
-Ya Tanrı ve ölümsüzlük?
+Tanrı da, ölümsüzlük de vardır. Ölümsüzlük Tanrı’dadır.
-Hmm. İvan haklı galiba. Tanrım, insanın bu hayale bunca inancını verdiğini, boşu boşuna gücünü harcadığını ve bunu binlerce yıldır yaptığını düşünürsek! İnsanla böyle alay eden kim? Ne dersin İvan? Son kez ve kesin olarak soruyorum: Tanrı var mı, yok mu? Son kez!
+Son kez, yok.
-İnsanlarla kim alay ediyor İvan?
+Şeytan olmalı, diyerek güldü İvan Fedoroviç.
-Peki, şeytan var mı?
+Hayır, şeytan da yok.
-Yazık. Şeytan alsın, ben olsam Tanrı’yı ilk uydurana ne yapacağımı bilirdim! Onu kavak ağacına asmak bile az gelir.
+Tanrı’yı uydurmasalardı o zaman uygarlık hiç olmazdı.
-Olmaz mıydı? Tanrı olmadan olmaz mıydı?
+Evet. Konyak da olmazdı. Ama yine de konyağı elinizden almak gerekiyor."
"Credo [inanıyorum], ama neye olduğunu bilmiyorum."
"…tüm hayatım boyunca çirkin kadın diye bir şey olmamıştır, işte benim kuralım!.. Benim için hiç çirkin kadın olmadı: Kadın olması bir şeydir, bu bir şey de her şeyin yarısı demektir."
"Günahtan ve şeytandan sadece dünyada değil, kilisede de korunamazsın, şu halde günaha hiçbir şekilde göz yummamak gerekir."
"Tanrı’nın kullarını sevin. Bizler buraya gelmiş ve bu duvarlar arasına kapanmış olduğumuz için dış dünyadakilerden daha kutsal değiliz, tam tersine, buraya gelmiş olan her kimse, buraya gelmekle kendisinin dış dünyadaki tüm insanlardan ve yeryüzündeki her şeyden daha kötü olduğunu anlamış demektir…"
"Çok sevgili Aleksey Fedoroviç, ben bu dünyada mümkün olduğu kadar çok yaşamak niyetindeyim, bunu bilin, bu yüzden de her kapik benim için gereklidir ve ne kadar uzun yaşarsam o kadar da gerekli olacak. Hala bir erkeğim, topu topu elli beş yaşındayım, daha yirmi yıl erkeklik çizgisinde kalmak istiyorum, ama yaşlanıyorum, pis herifin teki olacağım. Kadınlar o zaman bana gönül rızasıyla gelmeyecekler, işte paralar bana o zaman lazım olacak."
"O, benim acıdığım biri oldu. Aşk için olumsuz bir durumdur bu. Eğer onu sevseydim, sevmeye devam etseydim, o zaman belki de şu anda ona acımaz, tam tersine ondan nefret ederdim…"
"Şimdi gidiyorum, ama bilin ki, Yekaterina İvanovna, siz gerçekte yalnızca onu seviyorsunuz. Üstelik hakaretleri arttıkça daha da artıyor bu sevgi. İşte sizin çırpınmanız da bu. Onu olduğu gibi, sizi aşağılayan biri olarak seviyorsunuz. Düzelmiş olsa onu hemen terk ederdiniz ve bütün sevginizi yitirirdiniz. Ama gösterdiğiniz sadakat kahramanlığını daima seyretmek ve onun sadakatsizliğine sitem etmek için Dimitry size gereklidir. Bütün bunlar da sizin gururunuzdan kaynaklanıyor. Pek çok aşağılama ve hakaret, ama hepsi de gururdan…"
"Kadınların gözyaşlarına inanmayın, Aleksey Fedoroviç, ben bu durumda hep kadınların karşısında, erkeklerin yanında olurum."
"+Nikolay İlyiç Snegiryov, eski Rus piyade yüzbaşısı, efendim, suçları yüzünden aşağılanmış olsa da bir yüzbaşı. Daha ziyade şöyle demek gerekir: Snegiryov değil, Yüzbaşı Slovoyersov, çünkü, ancak hayatımın ikinci yarısından sonra ‘s’ eki kullanarak konuşmaya başladım. İnsan aşağılandıkça bu ‘s’ ekini kullanma alışkanlığı kazanıyor.
-Öyle, diye gülümsedi Alyoşa, yoksa bilerek mi oluyor?
+Tanrı bilir istemeden. Hiç söylemiyordum, hayatım boyunca ‘s’li konuşmadım, birden düştüm ve ‘s’ ekiyle ayağa kalktım.
[‘s’ eki, konuşmaya kibarlık yada da dalkavukluk nüansı vermek için kullanılır.]"
"Bana öyle geliyor ki, pek çok şeye gücendi… evet, onun durumunda başka bir şey yapılamazdı… Birincisi, benim yanımda paralara son derece sevindiği ve bunu benden saklamadığı için üzüldü. Eğer sevinmemiş ve bunu belli etmemiş olsaydı, başkalarının yaptığını yapar, parayı alırken nazlanır, o zaman buna katlanabilir ve parayı kabul edebilirdi, ama son derece haklı olarak sevinmişti, bu da onu utandırdı." 
"Biliyor musunuz Lise, herkes ona sanki onun velinimetiymiş gibi bakmaya başladığında bu, gücenmiş bir insan için o kadar korkunç bir şeydir ki…"
"Şiir gerçek bir saçmalıktır, efendim. Düşünün: Dünyada kim uyaklı konuşur? Eğer üstlerimiz emretseydi de uyaklı konuşmaya başlasaydık çok şey mi söylemiş olurduk efendim? Şiir iş değildir, Marya Kondratyevna… Bütün insanların söylediği gibi biraz demek varken neden birazcık demeli sanki? Acıyarak konuşmak istiyorlardı."
"+Dünyada herkes, her şeyden önce hayatı sevmelidir sanıyorum.
-Yaşamın anlamından daha çok yaşamı sevmek mi yani?
+Kesinlikle öyle, senin söylediğin gibi, mantıktan önce sevmek, mutlaka mantıktan önce sevmek lazım, ancak o zaman anlamını anlayacağım."
"Biliyor musun canım, on sekizinci yüzyılda, eğer Tanrı yoksa onu uydurmak gerekir, s’il n’existait pas Dieu il foudrait l’inventer, diyen yaşlı bir günahkar vardı. Gerçekten de insanoğlu Tanrı’yı uydurmuştur. Hem tuhaf ve şaşırtıcı olan Tanrı’nın gerçekte var olması değil, böyle bir düşüncenin, yani Tanrı’nın gerekli olduğu düşüncesinin insan gibi vahşi ve kötü yürekli bir yaratığın aklına gelebilmiş olmasıdır. Bu düşünce öylesine kutsal, dokunaklı, hikmetli ve insana onur veren bir düşüncedir ki. Bana gelince, insan mı Tanrı’yı yarattı, yoksa Tanrı mı insanı yarattı sorusunu düşünmemeye çok uzun zaman önce karar vermiştim."
"Tanrı’yı açıkça ve basit şekilde kabul ettiğimi açıklıyorum. Ancak şunu da belirtmem gerekir: Eğer Tanrı varsa ve eğer dünyayı gerçekten o yaratmışsa, çok iyi bildiğimiz gibi, dünyayı Eukleides geometrisine göre, insan zekasını da ancak üç boyut kavramıyla yaratmıştır. Bu arada tüm dünyanın veya daha da genişletirsek tüm evrenin yalnızca Eukleides geometrisine uygun yaratılmış olduğundan kuşku duyan, hatta Eukleides’e göre dünya üzerinde hiçbir şekilde kesişemeyen iki paralel doğrunun belki de sonsuzluk içerisinde bir yerde kesişebileceğini hayal etmeye kalkışan geometriciler ve filozoflar, hem de en ünlülerinden geometrici ve filozoflar vardı ve halen de vardır. Ben, eğer bunu bile anlayamıyorsam, Tanrı’yı nasıl anlarım diye bir karara vardım. Bu tip soruları cevaplayabilecek hiçbir yeteneğim olmadığını, zekamın Eukleides’e ve dünyaya uygun bir zeka olduğunu, bu yüzden de bu dünyanın ötesindeki konuları çözemeyeceğimi alçakgönüllülükle itiraf ediyorum. Bu konuda sana da asla düşünmemeni tavsiye ederim, dostum Alyoşa. En çok da Tanrı konusunda: Tanrı var mı yok mu? Bütün bu sorular sadece üç boyutu kavrayabilecek şekilde yaratılmış zekaya hiç uymayan sorulardır."
"…ne kadar aptalca olursa meseleye o kadar daha yakın olur. Ne kadar aptalca olursa o kadar açık olur. Aptallık kısadır ve kurnaz değildir, akıl ise kıvrıla kıvrıla gider ve gizlenir. Akıl namussuzdur, aptallık ise doğru ve dürüsttür."
"-Bir insanı sevmek için diğer insanın kendisini gizlemesi gerekir, yüzünü gösterdiğinde sevgi kaybolur.
+Starets Zosima, bundan defalarca söz etmişti, dedi Alyoşa, aynı zamanda insan yüzünün sevmekte henüz deneyimsiz olan pek çok insanın sevmesine genellikle engel olduğunu da söylemişti."
"Eğer şeytan olmasaydı, demek ki, insan onu da yaratırdı, hem de tıpatıp kendisi gibi."
"Hiçbir şey anlamıyorum, artık hiçbir şey anlamak da istemiyorum. Sadece olaylarda kalmak istiyorum."
"Bence, benim zavallı, sadece dünyayı bilen Eukleidesvari aklıma göre, sadece acının olduğunu, ama suçluların olmadığını, basit ve açık şekilde hep birinin diğerinden kaynaklandığını, her şeyin aktığını ve denkleştirdiğini biliyorum."
"Küçücük yumruğuyla göğsünü döven ve pis kokulu yerde kefareti ödenmemiş gözyaşlarıyla “Tanrıcığına” yalvaran o çocuğun, evet sadece o çocuğun gözyaşlarına değmez bu yüksek uyum! Değmez, çünkü çocuğun gözyaşlarının bedeli ödenmeden kalmıştır. Bu gözyaşlarının bedeli ödenmelidir, aksi takdirde uyum sağlanamaz. Ama neyle, onların bedelini neyle ödeyeceksin? Bu mümkün mü, acaba intikamı neyle alınmış olur? Ama bunların öcünün alınmasından bana ne, bu çocuklar o kadar işkence çektikten sonra cehennemin ıslah edici olmasından bana ne? Eğer cehennem varsa bu ne biçim bir uyumdur: Ben bağışlamak ve sarılmak istiyorum, daha fazla acı çekmelerini istemiyorum. Ve eğer çocukların çektikleri acılar, gerçeği satın alınması için gerekli olan acıların bedelini ödemeye harcanmışsa, şimdiden iddia ediyorum, gerçek bu bedele değmez… Ben uyum istemiyorum, insanlığa duyduğum sevgi yüzünden istemiyorum. En iyisi öcü alınmamış acılarla kalmak istiyorum. En iyisi haklı olmasam bile, öcü alınmamış acımla ve dinmez öfkemle kalacağım." 
"Cevap verme, sus. Zaten daha önce söylediklerine hiçbir şey ekleme hakkına sahip de değilsin… Hayır, önceden söylediklerine hiçbir şey ekleyemeyeceğin için ve insanların elinden yeryüzünde olduğun sıralar o kadar savunduğun özgürlüğü alamayacağın için bu hakka sahip değilsin. Yani söyleyeceğin her şey, bir mucize olarak ortaya çıkacağından insanların inanç özgürlüğüne zarar verir, insanların inanç özgürlüğü ise daha o zamanlar, yani bin beş yüz yıl önce senin için her şeyden daha değerliydi. O zamanlar sık sık “Sizi özgür yapmak istiyorum” diyen sen değil miydin? Ama işte bu “özgür” insanları şimdi gördün. Evet, bu iş bize pahalıya mal oldu, ama sonunda bu işi biz senin adına bitirdik. On beş asırdır bu özgürlük yüzünden acı çekiyorduk, ama artık bitti, hem de kesinlikle bitti… Ama şunu bil ki, bu insanlar artık tamamen özgür olduklarına her zamankinden daha fazla inanıyorlar, oysa ki özgürlüklerini bize kendi elleriyle getirdiler ve onu uslu uslu ayaklarımızın dibine bıraktılar…
Birinci soruyu anımsa: Harfi harfine olmasa bile anlamı şöyleydi: Sen dünyaya gitmek istiyorsun ve eli boş olarak, bir özgürlük vaadiyle gidiyorsun. İnsanlar, basit ve doğuştan terbiyesiz oldukları için özgürlüğü anlayamazlar bile, ondan korkarlar, dehşete kapılırlar, çünkü insan için ve insan toplumu için hiçbir zaman özgürlükten daha tahammül edilmez bir şey olmamıştır! Şu çıplak, kızgın çöldeki taşları görüyor musun? Onları ekmeğe dönüştür, işte o zaman insanlık, verdiğin ekmekleri elini uzatıp geri alacaksın diye karşında ebediyen tir tir titrese bile minnettar ve söz dinleyen bir sürü olarak peşinden koşacaktır. Ama sen insanı özgürlükten yoksun bırakmak istemedin ve yapılan öneriyi geri çevirdin, çünkü eğer boyun eğmek suretiyle satın alınmışsa o zaman hangi özgürlükten söz edilebilir diye düşünmüştün… İnsanoğlu için özgürlüğünü kazandıktan sonra önünde eğileceği kişiyi bulmaktan daha sürekli ve daha büyük bir tasa yoktur. Ama insanoğlu, bütün insanların hep birden önünde eğilmeye razı olacakları derecede tartışmasız birini arıyor. Çünkü bu zavallı mahlukların kaygısı, sadece benim ya da bir başkasının önünde eğilmekten ziyade, herkesin inandığı ve önünde eğildiği ve mutlaka hep birlikte eğildiği birini bulmaktır. İşte bu ortaklaşa eğilme gereksinimi, tek tek her bir insanın ve bir bütün olarak insanlığın yüzyıllardır en önemli ıstırabıdır. Hep birlikte eğilmek yüzünden birbirlerini kılıçtan geçirdiler, tanrılar yarattılar ve birbirlerine “Kendi tanrılarınızı bırakın ve bizimkilere saygı gösterin, yoksa sizi de, tanrılarınızı da yok ederiz!” dediler… ama insanların özgürlüğünü ancak onların vicdanını rahatlatan biri ele geçirebilir. Ekmekle sana tartışmasız bir bayrak verilmişti: Ekmeği ver, insanlar önünde eğilsin, çünkü ekmekten daha kesin hiçbir şey yoktur. Ama eğer aynı zamanda başka biri de onun vicdanını senden habersiz ele geçirmişse işte o zaman senin ekmeğini bile fırlatıp atar ve vicdanını çelen bu adamın peşinden gider. Bu konuda haklıydın. Çünkü insan yaşamının sırrı sadece yaşamakta değil, ne için yaşadığındadır. İnsan ne için yaşadığı konusunda kesin bir düşüncesi olmadan yaşamaya razı olmaz ve çevresi ekmekle dolu da olsa dünyada kalmaktansa kendisini yok eder. Bu böyleydi, ama bak sonuçta ne oldu: İnsanların özgürlüğünü ele geçirmek yerine sen tuttun onların özgürlüğünü daha da artırdın! Yoksa bir insan için huzurun ve hatta ölümün bile iyiyi ve kötüyü ayırt etmede özgür seçimden daha değerli olduğunu unuttun mu? İnsan için vicdanının özgürlüğünden daha cezbedici bir şey yoktur ama bundan daha acı verici bir şey de yoktur…
Bu zayıf isyancıların mutlulukları için onların vicdanını ilelebet yenebilecek ve esir alabilecek yalnızca üç kuvvet vardır dünyada. Bunlar, mucize, sır ve otoritedir. Sen üçünü de reddettin ve buna kendin örnek oldun… insanın da seni izleyerek mucizeye gerek duymadan Tanrıyla yetineceğine güveniyordun. Ama insanın mucizeyi reddeder etmez Tanrı’yı da hemen reddedeceğini, çünkü insanın bir Tanrı’dan ziyade mucize aradığını bilmiyordun. Ve insan mucizesiz kalamayacağı için kendisine yeni mucizeler, artık kendisine ait olan mucizeler yaratacak ve üfürükçülerin mucizesi, kocakarıların büyüsü önünde eğilecektir, üstelik yüz kere isyancı, zındık ve tanrısız da olsa bunu yapacaktır… Ama sonunda bu aptal çocuklar, isyancı olsalar da, kendi isyanlarına bile dayanamayan zayıf isyancılar olduklarını anlayacaklar. Aptal gözyaşlarıyla acı acı ağlarken nihayet, kendilerini isyancı olarak yaratanın hiç kuşkusuz kendileriyle alay etmek istediğinin bilincine varacaklar. Bunu umutsuzluk içinde söyleyecekler ve söyledikleri sözler küfür olacak, insan doğası küfürü kaldırmadığı için daha da mutsuz olacaklar ve eninde sonunda insan doğası küfürün öcünü alacak."
"Anneciğim, ağlama, hayat cennettir, bizler de cennetteyiz, ama bunu bilmek istemiyoruz, eğer öğrenmek isteseydik, hemen yarın bütün dünya cennet olurdu."
"… bir insanın ilk çocukluk yıllarından itibaren baba evinde sahip olduğu anılarından daha değerli hiçbir şeyi yoktur. Birazcık olsun sevgi ve birliğin bulunduğu bir ailede dahi hemen hemen her zaman bu böyledir. Eğer insanın ruhu değerli şeyler arama yeteneğine sahipse en kötü aileden bile değerli anılar kalabilir."
 "Şu anda, özellikle de yüzyılımızda her yerde hüküm sürmekte olan bir yalnızlık, ama henüz tamamen bitmedi ve henüz süresi dolmadı.
"Bir “düşünce savaşçısı” tanıyordum, hapishanedeyken kendisini tütünsüz bıraktıklarında sırf tütün versinler diye neredeyse “düşüncesine” ihanet edecek kadar güçsüz kaldığını anlatmıştı bana. Bu adam bir de “İnsanlık uğruna savaşacağım” diye konuluyor. Böyle biri nereye gidecek de ne yapacak? Belki kısa süreli bir hareket, ama öyle uzun boylu dayanamaz."
"Rahibin yalnızlığını başına kakıyorlar: “Manastır duvarlarının arasında kendini kurtarmak için yalnız kaldın, insanlığa kardeşçe hizmet etmeyi ise unuttun.” Ama bir kere daha bakalım, kim daha çok kardeş sevgisiyle gayret sarfediyor? Çünkü bizler değil, asıl onlar yalnızdır, ama bunu görmezler."
"Pederler ve hocalarım, “Cehennem nedir?” diye düşünürüm. Şu hükme varırım: “Sevmenin artık imkansız olduğuna dair çekilen bir acıdır.”"
"Ama adalete susamıştı, istediği sadece mucize değildi, adalet de istiyordu!"
"Gerçekler insanlara ne korkunç felaketler hazırlıyor!"
"Kıskanç adamlar herkesten daha çabuk affederler, bütün kadınlar da bunu bilir."
"Alyoşa İvan’a mason olup olmadığını sorar. Bayan Hohlakova, Dimitry’e altın madenlerine gitmeyi önerirken her şeyi Yahudilere bırakma fikrinde olmadıklarını söyler.."
"Ale ne mojno ne mets slabostsi do svoyevo krayu? [kendi memleketini sevmemek mümkün müdür acaba?]"
"Ayıldım, aklım başıma geldi, aptal oldum.
İçtim, aptallaştım, akıllandım."
"Herkes alçak olabilir, evet belki herkes alçak olabilir, ama herkes hırsız olamaz, yalnızca en büyük alçaklar hırsız olur. Pekala, bu incelikleri anlatmayı beceremiyorum… Ama bir hırsız, bir alçaktan daha alçaktır. Benim düşüncem de işte böyle."
"Sen de fark etmişsindir, Smurov, kışın ortasında ısı sıfırın altında on beş, hatta on sekiz bile olsa hava, örneğin şimdiki gibi sıfırın altında on iki derece ayazın aniden vurduğu, üstelik karın henüz az olduğu kış başındakinden daha soğuk değildir. Bu demektir ki, insanlar henüz daha soğuğa alışkın değiller. Her konuda, hatta devlet ve siyaset ilişkilerinde bile insanlarda her şey alışkanlıktan ibarettir. Alışkanlık, en büyük harekete geçiricidir."
"+Siz de herkes gibi, yani pek çokları gibisiniz, yalnız herkes gibi olmaya hiç gerek yok.
-Herkes öyle olduğu halde mi?
+Evet, herkes öyle olduğu halde. Tek siz öyle olmayın."
"Yeni bir insan gelecek, anlıyorum bunu… Ama yine de Tanrı’ya yazık!"
"Vicdan! Vicdan nedir ki? Onu ben icat ederim. Peki niye ıstırap çekiyorum? Alışkanlıktan. Yedi bin yıllık insan alışkanlığından. Öyleyse bundan vazgeçelim ve Tanrı olalım."
"Şairliğimiz boşuna mı, boşuna mı hayatımızı bir mum gibi iki ucundan yaktık."
"Zaten bir şeyin çalındığını ileri sürerken bu şeyin ne olduğunu göstermek ya da en azından böyle bir şeyin var olduğunu kesin olarak kanıtlamak gerekir."
"Vicdan pişmanlıktır, ama intihar eden birinde pişmanlık değil sadece umutsuzluk olabilir. Umutsuzluk ile pişmanlık, birbirinden tamamen ayrı iki şeydir. Umutsuzluk kindar ve uzlaşmaz olabilir ve intihar eden biri, yaşamına son verirken o anda hayatı boyunca kıskandığı insanlardan iki kat daha fazla nefret edebilir."
"Her ikisi de birbirlerine hemen hemen anlamsız ve çılgınca, hatta belki de doğru olmayan sözler fısıldıyorlardı, ama o anda her şey doğruydu ve kendileri de buna kesin olarak inanıyorlardı."

Dostoyevski, Fyodor Mihailoviç, Karamazov Kardeşler, İstanbul, Can Yayınları, 2011, Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dostoyevski -İnsancıklar

Rainer Maria Rilke - Dua Saatleri Kitabı/Duino Ağıtları/Bütün Şiirlerinden Seçmeler/Malte Laurids Brigge'nin Notları + Cahit Zarifoğlu - Rilke'nin Romanında Motifler

Ahmet Erhan - Alacakaranlıktaki Ülke/Ölüm Nedeni Bilinmiyor/Ne Balık Ne De Kuş