Dostoyevski -Ecinniler
-Puşkin’i çizmeyle karşılaştırmak, 19.yüzyılda Rusya’da
edebiyat ve entelektüalizm yanlıları arasındaki polemiğe bağlı olarak ortaya
çıkmış bir söz. Özellikle de Dostoyevski’nin V.A. Zaytsev ve D. İ. Pisarev’le
Puşkin’in önemi konusunda giriştiği sert tartışmalarda konu edilmiştir.
1864’teki bir yazısında şöyle diyordu Dostoyevski: “Buradan kendinize bir kural
çıkarmalısınız: Çizme her durumda Puşkin’den daha iyidir, çünkü Puşkin’siz
yapabilirsiniz, ama çizmesiz asla; öyleyse Puşkin lükstür, saçmalıktır, o
kadar.”
-Anton Petrov: Kazanlı bir köylü. 18 Şubat 1861 köylü
reformundan sonra köylülerin artık toprak beyleri için çalışma ve onlara vergi
ödeme zorunluluklarının kalmadığını söyleyip köylüler arasında propaganda
yapmış, onun bu açıklamalarının etkisinde kalan ve ayaklanan köylülerin üzerine
askeri birlikler gönderilerek pek çok köylü öldürülmüştür; Anton Petrov’sa
yargılanıp kurşuna dizilmiştir.
-Je suis un forçat, un Badinguet! [bir forsayım, bir
Badinguet!]: III. Napolyan, bir taş ustası olan Badinguet’in adını kullanarak
ve onun giysilerini giyerek 1846’da Ham Kalesinden kaçmıştı; sonraları
düşmanlarınca imparatoru küçük düşürmek, onunla alay etmek için kullanılır oldu
bu isim.
-Piter: Petersburg’un kısaltması
-1605’de Rus Patrikhanesi, düzmece çar Grişka Otrepyev’le
ilgili bir lanet metni hazırlamış ve bunu okunması için tüm kiliselere
yollamıştı.
-Se non e vero, e ben trovato [İtal. doğru değilse de iyi
bir buluş.]
-Skopetsler’e ait çeşitli efsanelerden biri: soylarının
atası doğudan, İrkutsk Dağları’ndan beyaz bir ata binmiş olarak Moskova’ya
gelecek, değişik halklar, kavimler arasına yayılmış skopetslerin başına geçerek
inançlarını yaymak için batıya yürüyecektir.
-Çayı kıtlama içmek köylülere, basit halka özgü bir davranış
olarak görülürdü.
-Epitimia: Bir Hıristiyan’ın, işlediği günah çıkarmayı
gerektirecek bir suça karşılık, din büyüklerince verilen görev gereği gönüllü
olarak hayır işleri yapması.
"Orada dağın yamacında büyük bir domuz sürüsü yayılıyordu ve
cinler domuzların içine girmelerine izin vermesi için ona yalvardılar. O da
onlara izin verdi. Adamdan çıkan cinler domuzların içine girdiler ve cinler sürüyü
sarp göl kıyısına sürüp götürdü, göle atlayan sürü burada boğuldu. Bütün
bunları gören çobanlar, gördüklerini köyde, kentte anlattılar. Ne olup
bittiğini kendi gözüyle görmek isteyen halk İsa’nın yanına varıp da, içinden
cinlerin çıktığı adamı onun dizi dibinde giyinik ve aklı başında oturur görünce
dehşete kapıldı. Olaya tanık olanlar, onlara cin tutmuş adamın nasıl
iyileştiğini anlattılar."
"Alışkanlık… Neler yaptırmaz insana!"
"Karısı kendisini bıraktığını açıkladığında Virginskiy’in ona
şöyle söylediği anlatılıyordu: “Seni şimdiye dek yalnızca seviyordum, dostum;
şimdiyse sana saygı duyuyorum.”"
"Her ne kadar bir şeyleri anlamamızın önündeki en büyük engel
yine kafalarımızsa da, onlar olmadan hiçbir şey yapamayız."
"…bana kalırsa bizde milliyetçilik falan doğmuş değil, her
şey eskiden nasılsa yine öyle, yani Tanrı’nın izniyle yürüyor. Bana kalırsa
Rusya için, pour notre sainte Russie [bizim aziz Rusyamız için] bu yeterlidir.
Kaldı ki bütün bu slavcı hareketler, bu milliyetçilikler yeni olamayacak kadar
eskide kalmıştır. Milliyetçilik bizde kulüplerde toplanan bey takımının
niyetiyle, o da yalnızca Moskova’yla sınırlı kalmıştır."
"Öğretmenimiz Tanrı’ya inanırdı. “Beni burada neden
tanrıtanımaz olarak görüyorlar anlamıyorum,” derdi bazen. Ben Tanrı’ya inanırım,
mais distinguons [ama bir farkla], kendini yalnızca benim içimde algılayan bir
varlık olarak inanırım. Hizmetçim Nastanya gibi ya da “ne olur ne olmaz”
diyerek inanan bir beyzade gibi ya da bizim sevimli Şatov’umuz gibi inanamam
ben. Ama yok, Şatov’un bunların arasında işi yok; Şatov Moskovalı bir slavcı
gibi zoraki inanır Tanrı’ya. Hıristiyanlığa gelince, duyduğum bütün içtenlikli
saygıya karşın Hıristiyan değilim. Ben daha çok eski putperestlerdenim, tıpkı
büyük Goethe ya da antik Yunan’daki gibi."
"Sözün burasında sandalyesinde huzursuzca kımıldanan Şatov
bakışları yerde, yüzü bir karış:
-Hiç de halkı sevmezdi bu insanlar! –derdi. –Halk için ne
acı çekti, ne de özveride bulundu bu adamlar; yalnızca öyle yaptıklarını
sanarak kendilerini avuttular.
-Onlar mı sevmezlerdi halkı? –diye haykırırdı Stepan
Trofimoviç. -Ah, hem de nasıl severlerdi Rusya’yı!
-Ne Rusya’yı, ne halkı! –diye Şatov da haykırırdı gözleri
kor gibi yanarak. –İnsan bilmediğini sevemez: Onlar Rus halkını hiç
tanımazlardı ki! Onlar ve onlarla birlikte siz de, bakar körsünüz Rus halkına
karşı. Hele Byelinskiy! Gogol’e yazdığı mektubunda bu apaçık ortadadır.
Byelinskiy, Krılov’un Meraklı Adam’ı gibi “Acayip Şeyler Müzesi”indeki koca
fili görememiştir, ama bütün dikkatini Fransız sosyalist böceklerine yöneltmiş
ve orada kalmıştır! Yine de içinizde en akıllısı oydu sanki! Siz halkı hiç
umursamadığınız gibi onu küçük de gördünüz, iğrendiniz halktan. Halk deyince
anladığınız Fransız halkıydı çünkü, onun da yalnızca Paris’te yaşayanları; Rus
halkı da onlar gibi olmadığı için utandınız. Gerçeğin ta kendisidir bu! Halkı
olmayanın Tanrı’sı da yoktur oysa! İnanın bana, halkını anlamayan, halkıyla
ilişkilerini kesen biri yavaş yavaş anayurduna inancını da yitirir ve sonunda
ya ateist ya da boş vermişin teki olur çıkar. Gerçekliği kanıtlanmış bir
olgudur bu!.."
"+… İyi yürekli bir aptaldan daha aptal bir şey olabilir mi?
Stepan Trofimoviç’in itirazı pek asilceydi:
-Kötü kalpli bir aptal, ma bonne amie [sevgili dostum],
bence çok daha aptaldır."
"Kızdığınız şeye bakar mısınız? Tous les hommes de genie et
de progres en Russie etaient, sont et seront toujours des kumarbazlar et des
sarhoşlar, qui boivent en zapoi… [Rusya’daki bütün üstün yetenekli, bütün
ilerici insanlar her zaman kumarbaz, her zaman ayılmadan içen sarhoşlar
olmuştur, öyle de kalacaklardır…]"
"Mutlulukların en büyüğü, kendini feda etmekten duyulan
mutluluktur."
"“Ne fark ettim, biliyor musun?” dedi bana bir gün, sesini
iyice kısarak, “Ortalıkta ne kadar iflah olmaz sosyalist ya da komünist varsa,
bunların tümü inanılmaz ölçüde cimri, mala mülke düşkün, açgözlü adamlar… Hatta
ne kadar sıkı sosyalistse, o kadar sıkı özel mülkiyetçi oluyor çoğu. Neden
kaynaklanıyor olabilir bu? Yoksa yine duygusallıklarından mı?”"
"Hayattayken neredeyse bir deha olarak görülen bütün bu vasat
yetenekli baylar, ölümleriyle birlikte hiçbir iz bırakmadan kaybolur,
insanların belleklerinden bir anda silinip giderler, hatta kimi kez yaşarken
bile, yerlerini alacak yeni kuşağın orada burada uç vermeye başlamasıyla akıl
sır ermez bir şekilde unutulur, küçümsenirler. Hele bizde, tiyatroda dekorun
değişmesi kadar hızlı olur bu iş. Hiç kuşkusuz Puşkin, Gogol, Moliere, Voltaire
gibi her zaman söyleyecek yeni bir sözü olanlarla ilgisi yok bu dediğimin."
"Gururlu, hatta zaman zaman küstahtı; hayatında hiç iyi
kalpli olabildi mi, bilmiyorum, ama az da olsa iyi kalpli olabilmek için
kendini çok zorladığını ve bu yüzden çok acı çektiğini biliyorum. Pek çok güzel
eğilimlere, hayırseverlik, eşitçilik gibi yönelişlere sahip olduğuna kuşku
yoktu; ancak bu duygular kişiliğinde sanki sürekli olarak kendi düzeylerini
arıyordu ve bunu bir türlü bulamadıkları için de tam bir karmaşa, heyecan,
tedirginlik egemendi ruhuna. Belki de kendine karşı aşırı katıydı: Yerine
getirebilecek gücü bulamayacağı şiddette talepleri vardı kendinden."
"-…Az mı buluyorsunuz intiharları?
+Hem de çok az.
-Gerçekten mi az buluyorsunuz?
Karşılık vermedi. Kalkıp ileri geri dolaşmaya başladı.
Düşünceliydi.
-İnsanları kendilerini öldürmekten alıkoyan şey ne sizce? –dedim.
Ne konuştuğumuzu hatırlamak ister gibi dalgın dalgın baktı
yüzüme.
+Henüz… tam bilmiyorum… iki boş inanç alıkoyuyor sanki, iki
şey; yalnızca iki şey; bunlardan biri çok küçük, öbürü çok büyük. Yalnız küçük
olan da çok büyük.
-Küçüğü ne?
+Acı.
-Acı mı? Bu olayda bu kadar önemli olabilecek bir şey mi
acı?
+Birinci derecede önemlidir. İki tür intihar vardır: Bir,
büyük bir acı ya da öfkenin etkisiyle intihar edenler; iki, çıldırıp intihar
edenler. Bunlar aniden bitirirler işlerini. Acıyı pek düşünmezler. Birdenbire
biter her şey. Ama bu işi bir de aklı başında, bilinçli olarak yapanlar vardır…
bunlar çok düşünür.
-Aklı başında mı? Yani bile bile intihar eden de mi var?
+Çok. Boş inançlar olmasa çok daha fazla olurdu; çok, çok
daha fazla; herkes.
-Herkes mi?
Yanıt vermedi.
-Acı çekmeden ölmenin hiç yolu yok mu?
Tam karşımda durdu.
+Kocaman, bir ev büyüklüğünde bir kaya düşünün, -dedi.- Kaya
havada asılı duruyor ve siz onun tam altındasınız. Bu kaya üzerinize… başınızın
üzerine düşse… acı duyar mısınız?
-Ev büyüklüğünde bir kaya mı? Korkunç bir şey olacağı kesin.
+Korku değil sözünü ettiğim; acı duyar mıydınız?
-Dağ gibi bir kaya… on binlerce tonluk bir ağırlık… Hiç acı
duymazdım herhalde.
+Ama kaya üzerinizde asılı durdukça hep dehşet içinde
olurdunuz. Bundan korkmayacak kimse yoktur: Dünyanın en büyük bilgini de
korkar, en büyük doktoru da. Acı duymayacağını bilmesine karşın herkes yine de
ya düşerse diye acıyla kıvranırdı.
-İkinci neden nedir? Büyük olanı?
+Öbür dünya.
-Yani ceza olarak mı?
+Fark etmez. Öbür dünya işte, yalnızca öbür dünya.
-Peki ya öbür dünyaya inanmayan ateistler?
Yine karşılık vermedi.
-Kendinizden yola çıkarak yaptığınız bir değerlendirme
olmasın bu?
Kızardı:
+Ancak kendinize bakarak bir değerlendirmede
bulunabilirsiniz, -dedi.- Yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark kalmadığında
özgürlüğüne kavuşur insan. Herkes için amaç budur.
-Amaç mı? O zaman kim yaşamak ister ki?
+Hiç kimse, -dedi kararlılıkla.
-Benim bu işten anladığım, -dedim:- insanoğlu ölümden
korkuyor, çünkü yaşamayı seviyor; doğanın da buyruğu bu.
+Alçaklık bu! Bütün sahtekarlık da burada, -dedi; gözleri
kor gibi yanıyordu.- Hayat acıdır; hayat korkudur ve insanoğlu mutsuzdur. Bugün
yalnızca acı ve korku var. İnsanoğlu hayatı seviyor, çünkü acıyı ve korkuyu
seviyor. Buna da uygun yaşıyor. Acı ve korkuya karşılık olarak verilmiştir
hayat; hep aldanılan yer burası. Bugünkü insan, o insan değil daha. Ama bir gün
o yeni insan gelecek; yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark görmeyen mutlu,
gururlu, yeni insan. Acıyı ve korkuyu kim alt ederse o Tanrı olacak. Öbür Tanrı
artık olmayacak.
-O zaman… size göre öbür Tanrı var?
+Hayır, yok; ama var da aslında. Taşın kendisinde acı
yoktur, ama taştan duyulan korkuda acı vardır. Tanrı da ölüm korkusundan
duyulan acıdır. Acıyı ve korkuyu alt eden, Tanrı olur. Bu, yepyeni bir hayat,
yepyeni bir insan demektir, her şeyin yeni olması demektir. Tarih de iki döneme
ayrılacak o zaman: Gorillerden Tanrı’nın yok olmasına ve Tanrı’nın yok
olmasından…
-Gorillere mi?
+Yeryüzünün ve insanoğlunun fiziksel değişimlerine dek geçen
dönemler. İnsan, Tanrı olacak ve fiziksel olarak değişecek. Dünya da değişecek,
bütün yapıp ettiklerimiz, düşüncelerimiz, duygularımız değişecek. Ne dersiniz,
insanoğlu fiziksel olarak değişir mi acaba o zaman?
-Yaşamakla yaşamamak arasında bir fark kalmayacağına göre
herkes kendini öldürecektir… alın size değişim.
+Bunun bir önemi yok. O aldanmayı öldürecekler. Asıl
özgürlüğü, asıl bağımsızlığı isteyen kişi kendini öldürmeye cesaret etmek
zorundadır… Kendini öldürmeye cesaret eden kişi aldanmanın da sırrına ermiş
demektir. Özgürlükte varılabilecek son noktadır bu; bunun ötesinde özgürlük
yoktur, bunun ötesinde hiçbir şey yoktur. Kendini öldürmeye cesaret edebilen,
Tanrı’dır. Bugün herkes bunu yapabilir ve böylece Tanrı’yı yok edebilir…
böylece her şeyi yok edebilir. Ama bunu daha kimse yapmadı."
"Ah dostum, evlilik bütün onurlu, gururlu varlıkların, bütün
bağımsızlıkların manevi ölümü demektir… Le bon Dieu, kadını yaratırken başına
geleceklerin farkındaydı kuşkusuz, ama eminim kadın onun işine karıştı ve
kendisini olduğu gibi yaratmaya zorladı; şu bilinen nitelikleriyle yani…"
"Bir şiir olarak alın bu yazdıklarımı, bunun ötesinde bir şey
olarak görmeyin, çünkü sonunda şiir bir saçmalıktır ve ancak düzyazıyla
söylendiğinde küstahlık sayılacak şeyler için ona başvurulur."
"Yani işler ne kadar kötüyse, o kadar iyi demek
istiyorsunuz?.. Sizi anlıyorum Varvara Petrovna. Tıpkı dindeki gibi diyorsunuz:
İnsan ne kadar zor koşullar altında yaşıyorsa ya da halk ne kadar ezilmiş,
bitkin, yoksulluk içindeyse, o kadar büyük bir inatla cennette ödüllendirilmeyi
bekler; hele bir de bu arada yüz bin papaz, din adamı, vs. birtakım
spekülasyonlarla onların bu hayallerini kışkırtacak çalışmalar yürütülürse…
Sizi anlıyorum Varvara Petrovna, içiniz rahat olsun."
"…ömrünüz boyunca, hem de nedenini bile bilmeden, belki de
sırf onun buna layık olmaması yüzünden onu sevmeyi o zaman anlarsınız."
"Gerçek, dolu dolu bir acı, bazen en aklı havada insanı bile
–geçici bir süre için de olsa- ciddi, sebatlı biri haline getirebilir. Bu da
bir yana, hakiki bir acının bir aptalı bile akıllandırdığı olur, elbette yine
bir süreliğine. Acının bir özelliğidir bu."
"Dostum, gerçek hiçbir zaman gerçeğe benzemez, bilirsiniz
değil mi? Onu gerçeğe benzer hale getirmek için ille de biraz yalan katmak
gerekir içine. Herkes hep böyle yapar. Burada bizim anlamadığımız bir şey var
belki de?"
"…giyotine bu kadar önem vermeniz, ona böylesine tutkuyla
sarılmanız da herhalde kafa kesmenin daima kolay, kafa içinde bir düşünce
geliştirmeninse daima zor olmasından!"
"Dinleyin! On gün önce bu kente gelirken bir rol oynamak
niyetindeydim, ama sonra düşündüm: En iyisi hiçbir role girmemek, kendim
olmaktı; sizce de öyle değil mi? İnsanın kendi olmasından daha kurnazca ne
olabilir? Çünkü kimse inanmaz onun kendisi olduğuna. Hadi itiraf edeyim:
Niyetim aptal rolü oynamaktı, çünkü kendim olmaktan biraz daha kolaydı bu. Ama
aptallıkta aşırılık vardır, aşırılıksa her zaman merak uyandıran bir şeydir;
bunun üzerine kesin olarak kendim olmaya karar verdim. İyi de, kendim kimdi…
nasıl biriydi? Altın dengeyi yansıtan biri: Ne ahmak, ne zeki, oldukça
yeteneksiz, buralı aklı başında insanların dedikleri gibi aydan düşmüşe
benzeyen biri, öyle değil mi?"
"Doğrusu buraya gelirken önce hiç konuşmamayı, susmayı
düşünmüştüm ama biliyorsunuz susmak evvela büyük yetenek ister, dolayısıyla
bana yakışmaz; ikincisi de susmak, ne de olsa tehlikelidir… Bunun üzerine son
ve kesin olarak kararım şu oldu: “En iyisi konuşmak”. Ama yeteneksizce
konuşacaktım… yani çok, çok, çok konuşacak, üstelik de söylediklerimi telaşla,
aceleyle söyleyecektim, sonunda da her şeyi o arada kendi kanıtlarımı da
birbirine öyle bir karıştıracaktım ki dinleyicim ya umursamadan omuz silkip
sözlerimin sonunu beklemeden yanımdan uzaklaşacak ya da söylediklerimin hepsine
tükürük boş verecekti. Sonuç: Aynı anda üç kazan. Birden: İnsanlar saflığınıza
inandılar, bir; sizden bıktılar, iki; söylediklerinizden hiçbir şey
anlamadılar, üç! Bu durumda tek bir Tanrı’nın kulu sizin gizemli birtakım
işlerin içinde olabileceğinize ihtimal vermeyeceği gibi, böyle bir iddiada
bulunacak kişiye de aklından zoru var gözüyle bakar. Üstüne üstlük, zaman zaman
güldürdüğüm olur insanları ki bu değer biçilmez bir şeydir. Hemen bağışlar
insanlar beni ve bunu da sırf, yurtdışında devrimci bildiriler yayınlayan bu
kadar bilgili birinin, şimdi kendilerinden daha ahmak olduğu ortaya çıktı diye
yaparlar."
"-Çocukları sever misiniz?
+Severim, dedi Kirillov, sesi oldukça kayıtsızdı.
-O zaman hayatı da seviyorsunuz?
+Evet, hayatı da seviyorum, ne olmuş?
-Ama intihar etmeye karar vermiş birisiniz…
+Ne olmuş? Neden ikisini bir arada düşünmeli ki? Hayatın
yeri ayrı, öbürünün yeri ayrı. Hayat var, ölümse yok.
-Öteki dünyadaki sonsuz hayata inanmaya mı başladınız?
+Hayır öteki dünyadakine değil, bu dünyadaki sonsuz hayata
inanıyorum. Öyle anlar vardır ki, onlara eriştiğinizde zaman bir anda durur,
yerini sonsuzluğa bırakır.
-Böyle bir ana erişmeyi mi umuyorsunuz?
+Evet.
Nikolay Vsevolodoviç de sisinde en ufak bir alaya tınısı
olmaksızın dalgın, düşünceli bir tavırla:
-Zamanımızda böyle bir şeyin olabileceğini sanmam, -dedi
ağır ağır. –Vahiy’de melek artık zaman diye bir şey olmayacağına ant içer.
+Biliyorum. Çok da doğru orada söylenen: Gayet açık ve
kesin. Tüm insanlık mutluluğa eriştiğinde zaman artık olmayacak, çünkü zamana
gerek olmayacak. Çok doğru bir düşünce bu.
-Peki onu nereye gizleyecekler?
+Hiçbir yere. Zaman nesne değil, düşüncedir. Zihnimizde
sönüp gidecek.
…
+… Güzeldir yaprak. Her şey güzeldir.
-Her şey mi?
+Her şey. İnsanoğlu mutlu olduğunu bilmediği için mutsuz;
yalnızca bu nedenle mutsuz. Hepsi bu! Her şey bundan ibaret! Bunu öğrenen hemen
o anda mutlu olur.
…
+İnsanlara herkesin iyi olduğunu öğreten kimse, dünya
tarihine son noktayı koyar.
-Vardı öğreten biri, çarmıha gerildi.
+Ama geri gelecek o ve adı da insan-tanrı olacak.
-Tanrı-insan mı demek istiyorsunuz?
+Hayır, insan-tanrı, fark var arada.
…
-Bahse girerim bir dahaki gelişime Tanrı’ya inanıyor
olacaksınız, -dedi Stavrogin şapkasını alıp ayağı kalkarken.
+Neden? –dedi Kirillov da yerinden doğrulurken.
Nikolay Vsevodoloviç gülümsedi:
-Tanrı’ya inandığınız bilseydiniz şimdi ona inanıyor
olurdunuz; ama inandığınızı henüz bilmediğiniz için Tanrı’ya inanmıyorsunuz."
"Hiçbir halk, -diye başladı sanki bir kitaptan okur gibi, o
anda Stavrogin’e gözdağı verir gibi bakıyordu,- hiçbir halk bilim ve akıl
ilkelerine göre oluşmaz. Bir tek örneği yoktur bunun. Belki bir an için
tesadüfen böyle bir aptallık olmuştur... Akıl ve bilimin halkların hayatındaki
rolüyse hem bugün, hem geçmişte hep ikincil olmuştur ve sonsuza dek de böyle
olacaktır. Halkların oluşumuyla devinimi kaynağı belirsiz, açıklanamaz,
buyurucu ve egemen bambaşka bir gücün etkisiyle olur. Bu güç, sonuna dek gitmeye duyulan şiddetli
arzunun ve aynı zamanda da bu sonu yadsımanın gücüdür. Hiç durmadan kendi
varlığını onaylamanın ve ölümü yadsımanın gücüdür. Kutsal Kitap’ta da denildiği
gibi hayatın ruhudur ve “diri su ırmağı”dır, ki Vahiy’de bir tehdit olarak
kuruyacağı söylenir bu ırmağın. Filozofların estetik ilkeler dedikleri şeydir;
yine filozofların ahlak ilkeleriyle özdeşleştirdikleri şeydir. Ya da benim çok
basit olarak “Tanrı’yı arayış”” dediğim şeydir. Tarihin her döneminde her
halkın, her hareketi tek bir amaca yöneliktir: Tanrı’yı, kendi Tanrı’sını,
yalnızca ona özgü olacak Tanrı’yı arama ve biricik hakikat olarak ona inanma.
Tanrı, bir halkın varoluşunun en başından yok oluşuna dek koruduğu yapay
kişiliğidir. Bütün halkların ya da bir grup halkın ortak Tanrı’sı olmamıştır
hiçbir zaman, her halkın kendi Tanrı’sı olmuştur… Tanrılar, ortak Tanrı’ya
dönüştüler mi ölürler; onlara duyulan inanç da, onlara inana halkla birlikte
ölür. Bir halk ne kadar güçlüyse, o kadar kendine özgü, o kadar özel bir
Tanrı’sı var demektir. Dini olmayan, yani iyi ve kötü kavramından habersiz bir
halk gelmemiştir yeryüzüne. Her halkın kendi iyi ve kötü anlayışı, kendi iyisi
ve kötüsü vardır… Aklın hiçbir zaman iyiyle kötüyü ayırabilecek gücü yoktur;
bunu yaklaşık olarak bile yapamaz. Tam tersine en acınası, en utanç verici
biçimde birbirine karıştırmıştır bunları. Bilime gelince sunabileceği tek şey
hep güce dayalı kaba çözümler olmuştur: Yarı-bilim, insanlığın bu yüzyıla dek
gördüğü en büyük baş belasıdır; koleradan da, açlıktan da, savaşlardan da beter
bir zalimdir. Öyle bir zalim ki, kendi rahipleri, kuralları vardır; öyle bir
zalim ki, kulları aşkla, bağnazlıkla önünde secdeye varır, bilim bile
karşısında tir tir titreyerek utanç verici bir biçime siner... Tanrı’yı halkın basit bir sıfatı düzeyine mi indirgemişim?
Tersine, halkı Tanrı düzeyine yükseltiyorum. Başka türlüsü olabilir mi zaten?
Halk, Tanrı’nın bedenidir. Her halk, kendi Tanrı’sına sahip olduğu ve bütün
öteki Tanrıları uzlaşmaz biçimde yadsıdığı, kendi Tanrısıyla bütün öteki
Tanrıları yeneceğine ve dünyadan defedeceğine inandığı sürece halktır. Bütün
büyük uluslar, en azından şu ya da bu şekilde öne çıkmış ve insanlığın başını
çekebilmiş uluslar hep böyle inanmıştır. Gerçeğe karşı konulamaz… Gerçek büyük
ulus, insanlık için ikinci dereceden bir rol üstlenmeyi kesinlikle kabul etmez,
birinci dereceden bir rol bile onun için kabul edilebilir değildir; o, biricik
olmak ister. Bu inancını yitiren halk, halk değildir."
"Yük taşımakta zorlanmıyorum, çünkü doğuştan yüküm hafif;
sizin de yük taşımakta zorlanmanız doğuştan yükünüzün ağır olmasından.
Utanılacak bir yanı yok bunun. Olsa da çok az; azıcık utansanız yeter."
"Büyüleyici bir dili, üstün bir dil yetisi olduğunu sandı.
Felaket de tam buradan geldi; çünkü dil, kadınların süs olsun diye başlarına
iliştirdikleri bir takma saç topuzu değildir. Ama gelin de bu gerçeği kadınlara
anlatın!"
"Taklit ve sahte denebilecek hiçbir şey yok bu bildirilerde;
yalnızca en saf, en yalın, en masum haliyle bir aptallık söz konusu; bir bakıma
kimyadaki elementler gibi, en saf haliyle aptallık. Bir parçacık daha akıllıca
yazılmış olsalardı, bu kısa aptallıkları ne denli zavallı şeyler olduğunu
herkes görebilirdi. Ama şimdi herkes ikircikli: Kimse bunların bu denli aptalca
şeyler olabileceğine inanamıyor. “Burada başka bir şeylerin daha söylenmiyor
olduğuna inanmak zor,” diye düşünüyor herkes ve satır aralarını okuyarak bir
sır, bir gizli anlam arıyor; istenen etki sağlanmıştır! Aptallık, sıklıkla hak
etmesine karşın hiçbir zaman böylesine görkemli bir başarı elde edememiştir.
Çünkü, parantez içinde, tıpkı deha gibi aptallık da insanoğlunun yazgısı
üzerinde aynı yararlı etkiye sahiptir…"
"Bilir misiniz İngilizsiz yapabilir insanlık, Almansız da
yapabilir, Rus olmadan haydi haydi yapabilir, bilimsiz, ekmeksiz de yapabilir;
bir tek güzellik olmadan yapamaz, çünkü dünyada yapacak şey kalmamış demektir
güzellik yoksa."
"Size fazla mutluluk dilemiyorum, fazlası usandırır insanı;
ama felaketlerle boğuşmanızı da istemem; size yalnızca deminki felsefe dolu
halk değişini yineleyeceğim: “Çok yaşayın!”, ayrıca canınızı çok sıkmayın."
"Vox populi, vox Dei. [Lat. Halkın sesi, Tanrı’nın sesidir.]"
"Hep başkasının iradesine boyun eğmeye susamış (kendisine
sorsanız ortak davaya, yüce amaca hizmetin gereğini yerine getiriyordu) bu kıt
akıllı, sığ delikanlı için başkasının emirlerini uygulamak bir ihtiyaçtı. Aslında ortak davanın da bir önemi yoktu,
çünkü Erkel gibi küçük fanatikler için, bir düşünceye hizmetle, bu düşüncenin
somutlaştığını, ifadesini bulduğunu sandıkları kişiye hizmet arasında bir fark
yoktur."
"+… Tanrı yoksa, ben Tanrıyım.
-İşte benim bir türlü anlamadığım nokta bu: Neden siz Tanrı
oluyormuşsunuz ki?
+Tanrı varsa, bütün irade onun elinde demektir ve ben de bu
iradeye boyun eğmek zorundayım. Ama yoksa, her şey benim elimde demektir ve ben
de özgür irademi ortaya koymak zorundayım.
-Özgür iradenizi mi? Niçin böyle bir zorunluluğunuz var?
+Her şey benim irademe bağlı da ondan. Şu koca dünyada,
Tanrı’yı da öldürdükten sonra kendi özgür iradesine inanarak bu iradeyi en
eksiksiz, en yüce biçimiyle açıklamaya cesaret edebilecek kimse nasıl olmaz?
Miras konmuş bir yoksulun, kendini o mirasın sahibi olacak güçte görmediği için
altın dolu çuvala yaklaşmaması gibi bir şey bu. Özgür irademi göstermek
istiyorum ben. Tek başıma da olsam yapacağım bunu… Kendimi öldürmek zorundayım,
çünkü özgürlüğümün, özgür irademin en yüce dışavurumu bu: Kendimi öldürmek.
-Kendi canına kıyan tek kişi siz değilsiniz ki, intihar eden
onca insan var?
+Hepsinin çeşitli nedenleri vardı. Bense, başka hiçbir neden
olmaksızın, yalnızca özgür irademi göstermek için intihar edeceğim.
-Biliyor musunuz, -dedi epeyce sinirlenerek,- yerinizde
olsam özgür irademi başka birini öldürerek gösteririm, kendimi öldürerek değil…
+Bir başkasını öldürmek, özgür irademi göstermenin en
aşağılık yolu olurdu. Tam sana göre bir şey bu. Ben sen değilim: Ben en yüce
yolu seçecek ve kendimi öldüreceğim… İnançsızlığımı açıklamak zorundayım, -dedi
Kirillov yine odayı arşınlamaya başlarken.- Benim için Tanrı’nın yokluğundan
daha yüce bir fikir yoktur. Tüm insanlık tarihi bunun kanıtıdır. İnsanoğlu
kendini öldürmeden yaşayabilmek için icat etti Tanrı’yı ve günümüze dek tüm
insanlık tarihi bundan ibarettir. Tarihte Tanrı’yı icat etmeyi reddeden bir tek
benim. Bu bilinsin artık.
…
+… Şu yüce düşünceye kulak ver: Bir gün dünyanın orta yerine
üç haç dikildi. Bu haçlardan birine gerili olanın o kadar güçlü bir inancı
vardı ki, yanındaki haçta gerili olana “Bugün benimle cennete gideceksin,”
dedi. Gün batarken ikisi de öldü; ne cenneti gördüler, ne de yeniden dirilişi.
Söylenen gerçekleşmedi. Kulağını aç: Bu adam, dünyanın en yüce varlığı, dünyanın
varoluş nedeniydi. Dünya ve onun üzerindeki her şey, bu adam yoksa eğer bir
çılgınlıktan başka bir şey değildir. Ondan önce de, ondan sonra da Onun gibisi
olmadı; olamaz da; bir mucize bile var edemez onun gibisini. Zaten mucize de,
bugüne dek onun gibi birisinin olmaması ve bundan sonra da olamamasıdır. Doğa
yasaları eğer Onu, kendi yarattığı mucizeyi bile esirgemeyip Onu yalanlar
içinde yaşamak ve bir yalan uğruna ölmek zorunda bıraktıysa, o zaman tüm
yeryüzü yalandan ve budalaca bir güldürüden, gezegenin tüm yasaları da şeytanı
bir vodvilden başka bir şey değil demektir. Bu durumda yaşamak neye yarar… ne
uğruna yaşanacak? Hadi, yanıt ver de göreyim!
-Bu, işin bambaşka bir yönü. Siz burada iki şeyi
karıştırıyorsunuz gibi geliyor bana; ve bu hiç hoş değil. Ama, durun bir
dakika: Ya siz Tanrı’ysanız? Ya yalanlar sona erdiyse ve siz tüm yalanların
sizden önceki Tanrı’dan kaynaklandığını fark ettiyseniz?
+Sonunda anladın!... İnsanları kurtarmanın tek yolunun
onlara bu düşünceyi kanıtlamak olduğunu anlıyorsun artık. Peki bunu kim
kanıtlayacak? Ben! Bir ateist, Tanrı’nın var olmadığını kavrar ve bunu
kavradığı anda nasıl kendini öldürmez, anlayamıyorum. Tanrı’nın var olmadığını
kavramak ve bunu kavradığın anda kendinin Tanrı olduğunu kavrayamamak tam bir
saçmalık; yoksa hemen o anda öldürür insan kendini. Bunun bilincine vardın mı,
sen artık bir çarsın, kendini öldüremezsin, şan içinde yaşarsın. Ama önce
birinin ne yapıp edip kendini öldürmesi gerekir; yoksa kim başlar, kim
kanıtlar? Bu ben olacağım, başlamak ve kanıtlamak için kendimi öldüreceğim.
Arzularımın dışında Tanrı’yım ve mutsuzum, çünkü irademi ortaya koymak
zorundayım. Bütün insanlar mutsuz, çünkü iradelerini açıklamaktan korkuyorlar.
İnsanoğlunun bugüne dek mutsuz ve yoksul olmasının nedeni, iradesini en yüce
biçimiyle göstermekten çekinmesi ve bunu bir ilkokul öğrencisi gibi küçük
şeylerde göstermesidir. Çok mutsuzum, çünkü çok korkuyorum. Korku insanın
lanetidir. Ama ben irademi ortaya koyacağım, inanmadığıma inanmak zorundayım.
Başlayacağım, bitireceğim ve onlara kapıyı açacağım. Onları kurtaracağım.
İnsanları kurtaracak tek şey budur; bir sonraki kuşağı görünüm olarak
değiştirecek olan da budur; çünkü bugünkü fiziksel görünümüyle, eski Tanrı’sı
olmadan asla yapamaz insanoğlu. Bunu çok düşündüm. Üç yıl Tanrılığımın sıfatını
aradım ve buldum: Benim Tanrılığımın sıfatı, irademdir! Boyun eğmezliğimi ve
yeni, korkunç özgürlüğümü en yüce haliyle göstermek için bütün yapabileceğim
bu! Bu çok korkunç bir şey! Boyun eğmezliğimi ve yeni, korkunç özgürlüğümü kanıtlamak
için intihar edeceğim."
"Dostlarım, bilir misiniz Tanrı neden gereklidir bana? –diye
mırıldandı.- Çünkü sonsuza dek sevilebilecek tek varlık odur… Tanrı bir yanlış
yapıp da yüreğimde ona karşı tutuşan sevgi ateşini söndürmeyeceği için benim
ölümsüz olmam zorunlu. Sevgiden daha değerli ne olabilir? Sevgi, var olmaktan,
yaşamaktan daha önemlidir; sevgi varoluşun tacıdır; öyleyse, varoluşun sevginin
önünde baş eğmemesi mümkün müdür? Eğer ben Onu sevdiysem ve bu sevgiden dolayı
sevinç, mutluluk içindeysem, onun hem beni, hem sevincimi ve mutluluğumu
söndürmesi, bizi birer hiç yapması mümkün müdür? Tanrı varsa, ben ölümsüzüm!
İşte benim inancımın özü."
"-Tersine: Tam bir ateizm, yüksek çevrelerdeki
umursamazlıktan daha saygındır, -dedi Tihon sevinçli, alabildiğine saf bir
tavırla.
+Bakın hele! Siz neymişsiniz!
-Tam bir ateist, inancı bütünlük aşamasından bir önceki
aşamada bulunan insan demektir ( o son basamağı aşar aşmaz, o ayrı). Umursamaz
adamınsa, berbat bir kokudan başka hiçbir inancı yoktur."
"-Yani onların nefreti, sizde nefret doğuracak ve siz onların
sizden nefret etmelerini, size acımalarından daha rahat ettirici buluyorsunuz,
öyle mi?
+Haklısınız…"
Dostoyevski, Fyodor Mihailoviç, “Ecinniler”, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, Çev. Mazlum Beyhan
Yorumlar
Yorum Gönder
teşekkürler, thanks, danke, gracias :)